Anadolu insanı “Eceli gelen köpek cami duvarına siyer” der. Bu “siymek” sözü, kedi ve köpekler için söylenmiş de olsa, cami duvarına işemenin bağışlanmaz bir davranış olduğunu, hatta öldürülmeyi bile gerektirdiğini anlatır. Çünkü bu, eceli gelmiş olmak demektir. Ecel de ölüm demektir. Düşünün bir kere, bunu bir de insan yaparsa daha büyük bir suç işlemiş sayılır. Bedelini canıyla ödemekten daha büyük hangi suç vardır ki!? Veya candan daha ağır bir bedel ne vardır!?

Recep Tayyip Erdoğan bu sözü, HDP’nin Diyanet işleri Başkanlığı’nı kaldıracağını açıklaması; bir de CHP’nin de söylemediği İmam Hatip Okulları’nı kaldırmak istediği sözü üzerine söyledi. Oysa keşke HDP de, CHP de dediklerini yapabilseler! Yani –sözüm ona- laikliğin olduğu bir ülkede, altı adet Bakanlığın bütçesinden fazla bütçeye sahip Diyanet İşleri Başkanlığı’nın olmaması gerektiğini; din kurumlarının Batı’daki kiliseler gibi özerk bir yapı olması gerektiğini söyleyebilseler .

Ama gerçek laiklikten, demokrasiden, barıştan, kardeşlikten, dinler arası diyalogdan yana olan bizler bunu yıllardır söylüyoruz.

Çünkü bizler,” gerçek ve nesnel olanla, salt inanca bağlı olanın birbirine karıştırılmaması gerektiğini; kul ile Tanrı arasına girilmemesi için bize dış dünyayı tanıtan bilim ve eğitime dinin sokulmaması gerektiğini; yoksa bilimin yol göstericiliğinden ve çağdaş uygarlıktan uzaklaşacağımızı” biliyoruz.(Bilim ve Teknik Dergisi -1982)

Çünkü bizler,” laikliğin demokrasinin olmazsa olmazı olduğunun; demokrasinin düşmanla bile diyalog kurmayı gerektiren bir rejim olduğunun; barışın ancak demokrasiyle korunabileceğinin ve demokrasinin bir birlikte yaşama düzeni olduğunun” bilicindeyiz. (Octavia Paz)

Bilimi anlayamayan ve çarpıtan kafaların tersine bizler bilimin otokratik değil demokratik olduğuna inanıyoruz.

Bilimden yana olan birileri olarak bizler, dinin, insan soyunun bilgisinin çok sınırlı koşullarda ortaya çıkmasının bir nesnellik olduğunun; bilimsel bilginin tabana yayılmadığı, yoksulluğun, işsizliğin, eşitsizliğin yaygın olduğu toplumlarda dine ihtiyaç olduğunun ve ihtiyacın bunu yaşatacağının farkındayız.

Ama biz, dinin ve yoksulluğun, otoriter rejimlerin kendi çıkarlarının korunabilmesi; iktidarlarının devam edebilmesi için kullanıldığının da farkındayız. (Öyle olmasaydı, Diyanet İşleri Başkanlığı bile, yıllar önce “ihtiyaçtan fazla cami olduğunu; yeni camilerin yapılmasının yanlış olduğunu” söylemezdi.)

Konuyu, ülkemizde yaşanan din istismarına getirmek istiyorum: Köleci toplum aşamasının ürünü olan din, sınıflı toplumlarda, yani sermayenin egemen olduğu toplumlarda, hep kötüye kullanılmıştır. Savaşlar, savaşların çıkış nedenleri ve sonuçları; zengin olmak ve yoksul kalmak hep dinle açıklanmaya çalışılmıştır.

Bunun en eski ve en açık örneği Hz. Ali ile Muaviye arasında geçen Sıffin Savaşı’nda yaşanmıştır. Savaşı kaybedeceğini fark eden Muaviye, askerlerine “kılıçlarına Kur’an’ın yapraklarını takarak saldırmalarını söylemiştir. Hz. Ali, karşılık vermelerinin Kuran’a karşı gelmek sayılmayacağını, dinen sakıncalı olmadığını söylediyse de, gereken yapılmamış ve savaş kaybedilmiştir.

Yakın tarihimizde, Adnan Menderes, meydanlarda halka “Siz isteseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz” diyerek; Süleyman Demirel kitlelerin karşısında Kur’an’ı birkaç kez öpüp başına koyarak buna bir halka daha eklemiştir.

Son örnek ise Tayyip Erdoğan tarafından sergilenmiştir. Kürtçe yazılmış Kur’an’ı eline alıp sallayarak, halkı muhaliflerine karşı kışkırtmaya çalışmıştır.

Bunların hiç biri durup dururken, iş olsun diye yapılan şeyler değildir. Yönetenlerin artık halkı yönetemez hele geldiklerinin son işaretleridir. Çünkü, ideallerinin meşruiyetine inananların, bu yöntemlere baş vurmaya gereksinimleri yoktur. Bunlar, çürümüşlüğün, acizliğin, halka ve halkın inancına saygısızlığın, yolun sonunun göründüğünün ve cami duvarına işendiğinin en uç örnekleridir.

Halk bunun farkına varmalı, inancının metalaştırılmasına, kötüye kullanılmasına fırsat vermemelidir. Çok şey yapmasına da gerek yoktur. Bektaşi’nin sözüne kulak versin, yeter:

(Herkes birbirini iyi bildiği için köylerde böyle şeyler yaşanmaz. Köylü dinini kendi doğal ve samimi süreci içinde yaşar.)

Bir kasaba veya kentte, sokağın ortasında bir insan olanca gücüyle bağırmaktadır. Erenler, adamın yanına yaklaşır ve sorar:
-Hayır mı Müslüman, ne bağırıyorsun böyle? Evin-barkın mı yandı? Birine mi kızdın? Nedir derdin?

Adam halen öfkelidir, burnundan soluyarak yanıt verir:

-Görmüyor musun be adam, kör müsün? Din elden gidiyor, sen de hiçbir şey yok gibi soruyorsun.

Adam anlamış mıdır bilmem ama bizimkinin yanıtı çok ilginç, çok düşündürücü ve de çok mantıklıdır:

-Be adam, sen de dinini elinde tutacağına yüreğinde koysaydın ya!

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here