İki aydan beri hayatımda ilk kez yaylada tatil yapıyorum. Sabahları horoz sesiyle uyanıp öğleye doğru eşek anırmasıyla gülümsüyorum,

eşek sesinin bende yarattığı mutluluğa şaşırarak, güne başlıyorum. Siz en son ne zaman bir eşek anırması duydunuz? Ortada eşek mi kaldı desenize? Köyde yaşayan her çocuğun en yakın arkadaşı değil miydi eşek? Dünyanın en güzel gözlü, uysal, dost ve çalışkan hayvanının yok olmasına nasıl göz yumduk?

 Geceleri çekirge şarkılarının eşliğinde samanyolunu izliyorum. Çünkü yaylada ışık kirliliği olmadığından, gökyüzü elinle dokunacak kadar yakın ve net görünüyor.  Biliyorsunuz çekirge, doğanın gece bekçisidir. Bekçi düdüğü gibi fırrııt fırrııt sabaha dek öter.

Nedense insana çekirge sesi huzur verir. Onu dinleyerek uyumak, gülümseyerek uyanmayı sağlar.
Sabahları güneşin göz kırpmasıyla uyanıp karşı dağların yumuşak kıvrımlarını izliyor, onlarla konuşuyorum. Bazı tepelerindeki taş ocaklarını, mermer ocaklarını görünceye dek mutlu oluyorum. Gözüm delik deşik olmuş dağlarımıza kayınca, gülücüğüm ağzımın kıyısında solup kalıyor. Mutluluğuma sahip çıkmak için bahçeye indiriyorum gözlerimi. Hortumu alıp suluyor, doğanın kırılmış gönlünü almaya çalışıyorum.

Bizi bu denli dingin kılan doğayı bırakıp kent gürültüsüne dönmek hiç de kolay olmayacak. Beton blokların arasında koşuşturmak için gönlümü etmek zor olacak. Oysa 1 Eylül Dünya Barış Günü geliyor. Barış, öncelikle doğayla barışmak değil midir? Doğayla kucak kucağa, insanla el ele yaşamak. Biz doğanın canına okuduktan sonra doğa bizimle barışır mı? Yoksa yağmurunu sele, toprağını yele mi çevirir? “Aklınız nerdeydi, beni hoyrat ellere verirken? Nedir bu sizin para hırsınız, bakın bensiz mutluluk olmuyor, yine de geç sayılmaz, aklınızı başınıza alın, doğaya sahip çıkın” mı der?  

Doğayla barışmak derken, Korkuteli’nin bir köyünden “Barajcı Ahmet”diye anılan Ahmet Akkoca aklıma düştü. Sel toprağı alıp gitmesin, kertenkelelerin ayakları sıcaktan yanmasın diye, elleriyle gölet yapmış, tepeleri ağaçlandırmıştı. Fakir Baykurt “Onu mutlaka ziyaret et, giderken de okunmuş gazeteler, kitaplar götür” dedi. Fakir Baykurt’u kaybedince onun sözü bana vasiyet oldu. Bir gün çıkıp vardım. Yine elinde kazma kürek çalışıyordu. Beni kendi şiirleriyle karşıladı. “Tolstoy’u okumasaydım, yaşamı anlamayacaktım” diyerek, getirdiğim kitap ve gazetelere, uzun zamandır beklediği oyuncağına kavuşmuş bir çocuk mutluluğuyla sarılıp gözleri parlayarak “Ben bunları bu gece sabaha dek okurum” dedi. Sonra bana uzun zuzun doğanın mucizelerini anlattı. Nasıl sağlıklı kaldığını, toprağın büyüsünü bir çocuk saflığıyla şiir gibi aktardı. O zaman Aşık Veysel’in “Benim sadık yarim kara topraktır” diyerek, ne denli haklı olduğunu bir kez daha anladım.  

Kent yaşamı bizi ne hale getirmiş. Doğayla baş başa yaşamayı bile unutmuşuz ki, doğanın bize verdiği mutluluğu doya doya duyumsayamıyoruz. Doğaya ve insana sahip çıkacağımız, birlikte kardeşçe yaşayacağımız günlerin umuduyla hoş kalın, sevgiyle kalın.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here