
Fethiye’nin Dont diye bir köyü vardır. Adı her zaman ilgimi çekmiştir. Çünkü o köyü henüz görmeden ününü duymuştum. Orada “Dont Testisi” diye özel bir testi üretilirdi. Rengi kahverenginin tonlarında sarıya yakındı. Oldukça da sağlam. Hatta Dont’ta üretilen testilere “Boduç” denirdi. Kolay kolay kırılmazdı. Geçenlerde oradan geçerken “Buradan dont boducu alalım” dedim. Yüzüme şaşkın şaşkın bakarak “Oooo o tarihe karıştı, artık yapılmıyor.” dediler. Üzüldüm.
Yazları yaylada kalıyorum. Sebze kurutmak yaylanın serin ve kuru havasında kolay oluyor. Bunun için de sele sepet gerekiyor. Söğütten, kargıdan örülen seleler bu iş için çok uygun. Kısa zamanda her türlü meyve sebze kuruyuveriyor. Tozlanmadan rüzgarı da deliklerinden geçirerek sağlıklı kurular elde ediliyor. O selelerden pazarlarda aramaya kalktım, bulacağımdan emindim. Çünkü Roman kardeşlerimiz sele sepet örerdi. Pazarda çin işi bize hitap etmeyen, sadece süs olarak asılabilen sepetler vardı. Satıcı da bir ooo çekti ve “Artık o sele sepeti ören yok.” dedi. Yine üzüldüm.
O zaman ben de hasır aramaya koyuldum. Bu kez alaycı bir gülümsemeyle karşılaştım. “Artık hasır mı kaldı? Çok istiyorsan Antalya’da bulabilirsin ama oldukça pahalı.” dediler. Benim çocukluğumda annem de komşular da komşu köylerde hasır dokurdu. Şimdi dokuyan yokmuş. Oysa hasır da selelerin yerini tutardı.
Dirmil sevdam tuttu, kalkıp gittim. Türkülerin ana rahmi, kilim, heybe, torba, halı tezgahının her evde bulunduğu Dirmil. Hangi kapıyı çalsan hanayda bir tezgah görürsün. Orada 20 yıl öğretmenlik yaptığım için biliyorum. Özellikle kadınları üretkendir. İplerini bile kendileri eğirir, büker ve dokurlar. Yani dokurlardı. Oradan da düş kırıklığıyla ayrıldım. Bir tek bile tezgah kalmamış. Üstelik tüccar gelmiş, insanları kandırarak kilimlerini, çullarını, heybe, torba, yün halı ne varsa toplayıp gitmiş. Yerine naylon halılar vermiş. “Leke tutmaz, toz geçirmez.” diyerek.
Alışveriş için markete girdim. O gün yaylamın pazarıydı. Komşu köyler akın akın gelir, alışveriş yapardı. Market oldukça kalabalıktı. Köylü olduğu her halinden belli olan kadınlar, hazır yoğurt ve yumurta alıyorlardı. Birine yaklaştım “Köyde inek yok mu?” dedim. “Var ama onların yoğurdu sulu oluyor.” dedi. Ekledi “Bu yoğurtlar ekşimiyor ve çok dayanıyor.” “Tavuğunuz yok mu, neden yumurta alıyorsunuz?” “Amaaan bezerin boklu tavuktan!” yanıtını aldım. Ekmek konusuna hiç değinmeye gerek yok, artık köylü ekmeğini de marketten alıyor.
Yaylanın havası şimdilik henüz kirlenmedi ama yakındır. Her yer bembeyaz sera doldu. Bütün yaz belediye sinek ilaçlıyoruz diye zehir savurdu.
Ben inatla bahçeme zehir sokmadım ama sebzeler hastalanıp öldü, emeğim boşa gitti. Ağaçlarım birer birer kuruyor. Ne yapacağımı bilemez durumda izliyorum. Kuruyan ağacı söküp yerine yenisini dikiyorum ama hâlâ zehir sıkmıyorum.
Kuruyan ağaçlarımı, sebzelerimi izlerken, “İnsan üretimden vazgeçerek nasıl mutlu olabilir?” diye düşünüyorum. Mevlana’nın sesi duyuluyor. “Kuru dua ile ağaç olmaz. Ağaç isteyen tohum ekmeli.” Sonra Gramchi’nin sesini duyuyorum. “Eski öldü, yeni doğamıyor. Bir kriz, eskinin ölümü ve yeninin doğamaması durumudur.”
Yola çıktıklarını yolda bulduklarına değişirsen, hem yoldan olursun hem de yoldaştan. Üretim yok oluyor. Biz yaşamın neresindeyiz? Ne kadar yer kaplıyoruz?