
Senin Şems-İ Tebrizi’in, Engel’in, Fliess’in
Kim..?
Corona Virüs Salgınının belki de tek yararı, her
şeyin hıza endeksli olduğu koşuşturmalı yaşayışımızda bizi yavaşlatarak, kitap
okumaya zaman yaratması oldu.
Bugünlerde okuduğum kitaplardan biri, Elif
Şafak’ın “Aşk” romanı oldu.
Mevlana, Fars dilinin de en büyük şair ve
yazarlarındandır. Onu anlatan bir romanın ilgi çekmemesi mümkün değildir, hele
hele sadece onu değil, onun ayrılmaz bir parçası olan Tebrizli Şems’i de
anlatıyorsa, daha da ötesi ikilinin ilişkisini konu ediniyorsa, merak
uyandırması kaçınılmazdır.

Mevlana ve Şems ilişkisine dair en çok merak
ettiğim ve gerçek tarihi bilgiye dayanılarak aydınlatılmasını istediğim konu,
Şems’in öldürülüp öldürülmediğidir… Tarihteki ilk faili meçhullerden biri
midir yoksa Şems ikinci defa temelli olmak üzere başka memlekete gidip izini mi
kaybettirdi?
Romana göre Şems, öldürüldü. Eğer Şems
öldürülmüş ise onu ölüme götüren sürece yönelik “zorlama”yı ayrıca
yazmak istiyorum. Çünkü beni çileden çıkaran bir konu ve o günden bugüne halen
devam ediyor o gelenek bu topraklarda!
Roman, öteden beri üzerine kafa yorduğum bir
mesele üzerine bu yazıyı yazdırdı: İkili olmak, ruh ve akıl ikizi olmak,
birbirini tamamlamak, birbirini tam anlamak…
Şems ile Mevlana böyledir. Benzerleri de var.
Marks-Engels veya Freud ile Fliess… Ve daha bilmediğimiz birçok ikili…Mesela
dil kurultayında locada yan yana otururken “Bana dargın mısın”
notunu yazıp verdiği Atatürk’ün de “her şeyi unuttum,
bildiğin gibi arkadaşımsın, kardeşimsin” dediği İsmet İnönü
ile gel gitli ilişkisi ayrı bir yazı konusu olabilir ama onlar da bu türden bir
ikili…
Aklımın erdiği ve adını duyup hakkında bir
şeyler öğrendiğimden beri, Mevlana ve Şems ikilisi üzerine çok kafa
yormuşumdur. Zaten ikili ilişkileri ile aşırı magazinsel nitelikte, hemen
herkesin “Acaba Mevlana eşcinsel miydi,
Şems onun sevgilisi miydi” sorularını hep duydum.
Benim bu konudaki felsefi çıkarımım eskiden şöyleydi:
“Kendisinde,
toplumsal ahlâk açısından kabul görme sıkıntısı gören kişiler, başkalarındaki
(topluma göre) ayıplara daha hoşgörü ile yaklaşır. Mevlana da aslında ‘ne
olursan ol gel’ derken, kendisinin eşcinsel olması nedeniyle bu kadar geniş bir
hoşgörü yelpazesi açmıştır.“
Elbette artık böyle düşünmüyorum ve Mevlana ile
Şems’in arasında eşcinsel ilişki yaşanmadığını düşünüyorum.
Aslında bu tür ikili ilişkilerde cinsellik
olmadığı için üst düzey bir yaratıcılık ortaya çıkıyor.
Zira eşcinseller arası da olsa, cinsel arzu ve
arayış, kıskançlık içerir, kuşatma içerir, kriz içerir, kavga ve ayrılık
içerir, doyuma ulaşır, başkasına yönelir vesaire… Hatta farklı cinsel
yönelimin ekstra bir yükü ve stresi vardır, her zaman patlak verecek bir
mahalle baskısı, hatta linç kapıda beklemektedir. Bütün bu süreçler, yaratıcı bir
süreci baltalayacağı gibi, dış dünyada da bir şekilde tezahür eder.Oysa Mevlana-Şems
ve diğer ikililerin hayatlarında buna benzer bir tezahür yoktur.
Acaba nasıl tanımlamak gerekir bu ikilileri?
Birbirini tamamlayan, frekansları tutan, ruh
ikizi, akıldaş, yoldaş ve aklıma gelebilen tüm tanımlar yetersiz kalıyor.
Aynı
cinsten de olsa farklı cinsten de olsa, aralarında cinsel çekim, arzu olmadan
katıksız bir istekle bir arada olma, yan yana yürüme, birlikte yaşama, Nazım’ın
dediği gibi aklının aydınlığına sorular sorma isteği duyma haline ne ad
verilmesi gerekir ki! Hoş, farklı
cinsten olup da bilinen ikili aklıma gelmiyor ama burada vurgulamak istediğim
kadın ve erkek olup birbirlerinin kadın ve erkek olduğunu dahi unutarak bir
yoldaşlık etme hali…
Ne kadar ihtimal dışı, ne kadar marjinal bir
durum, değil mi?
En
azından farklı cinsten olduklarını unutmaz insanlar ama anlatmak istediğim bu
tür ikili olma için bu seviye şart, daha doğrusu aradaki muhabbettin ölçüsünü
anlatmak için vurgulanacak iyi bir ölçüt!
Mevlana, Marks, Freud seviyesinde bir insanın
muhabbet edeceği kişi, elbette kendi seviyesine yakın veya eşit olmalıdır.
Her insan
gündelik diyalogların ötesinde kimlik ve aidiyetleri, yaşadığı zaman, iktidar,
inanç gibi temel meselelerde aklından geçenleri veya aklına yatmayanları veya
yeni fikirleri tartışmak ve konuşmak, bir insanda yankısını bulmak ister.
Galiba en önemlisi yankı bulmaktır yoksa bazı
insanlara saatlerce anlatırsınız ama hiç işlemediği gibi size en ufak bir geri
dönüşü de olmaz, kimi zaman siz büyük bir ciddiyetle anlatırken, karşınızdaki
insan sizi dinliyor sanırken, o aniden “bu sene kış sert geçecek galiba”
deyiverir. Ona anlattığınız için kabahati kendinizde bulursunuz, kime
anlatıyorsun arkadaş dersiniz.
Oysa yankınızı bulduğunuz insan, öyle mi?
Konuşmak
istediğinizden fazlasını konuştuğunuz, konuştukça açıldığınız, kendi
söylediklerinize bile şaşkınlık ve hayranlık duyduğunuz, her konuşulanı not
etmek istediğiniz, görüşme bitip oradan ayrıldığınızda, sersemletici bir
fırtınayı atlatmış gibi hissettiğiniz biriyle yeniden konuşmayı iple
çekersiniz.
Hayatınızda mutlaka bir Şems olup olmadığını
şöyle bir yoklarken hatırlayın, etrafınızda “canım siz ne konuşuyorsunuz o kadar, o kadar konuşacak ne
buluyorsunuz” demedi mi? Ama unutmayın ki bu konuşanlar arasında
cinsel dürtü olmayacak ve buna rağmen bu sorunun muhatabı olacak! İşte o zaman
bir yaratıcı zemin vardır, konuşanlar da cevher varsa mutlaka açığa çıkacaktır.
Bunu galiba en iyi anlatan Sabahattin Ali’dir.
Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna kitabının 87. Sayfasında Raif’in Maria
Puder’e ilgisini şu şekilde anlatır; “Bir ruh ancak benzerini bulduğu zaman ve bize,
bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum bile görmeden, meydana
çıkıyordu… Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya, -ruhumuzda yaşamaya
başlıyorduk. O zaman bütün tereddütler, hicaplar, bir tarafa bırakılıyor,
ruhlar birbiriyle kucaklaşmak için her şeyi çiğneyerek, birbirine koşuyordu. Bu
kadın karşısında her şeyimi ortaya dökmek, bütün iyi ve fena, kuvvetli ve zayıf
tarafımla, en küçük bir noktayı bile saklamadan, çırılçıplak ruhumu onun önüne
sermek için sabırsızlanıyordum. Ona söyleyecek ne kadar şeylerim vardı, bunları
bütün ömrümde konuşsam bitmeyeceğini sanıyordum. Çünkü bütün ömrümce susmuş,
zihnimde geçen her şey için ‘Adam sen de, söyleyip ne olacak sanki’ demiştim”
şeklinde, ikili olma, yankısını bulmaya dair bir tanımla yapmıştır.
Ancak bu kadar kısa ve öz ama benzersiz
anlatılabilirdi, örneğin ben anlatamadım, Sabahattin Ali’ye koştum, ondan
yardım istedim.
Böyle birinin hayatınızda olduğunu düşünün, bir
şarkı sözü yazıyor, herkes kendini yaşıyor ama o bin bir eziyetle yaşatılmıyor.
Tam da yazarken hatırladım. Sabahattin
Ali ile Nazım Hikmet arasındaki ilişki de bu yazıda anlatılan türden bir
ilişkidir aslında ama ne yazık ki serpilip gelişmemiş, mecrasını bulamamış,
katledilmiş bir ilişkidir.
Aklınıza
gelen uçarı, oturaklı, mantıklı veya mantık dışı, rasyonel veya irrasyonel
fikirleri hemen ona anlatmak istersiniz ama hiç bir zaman onunla
konuşacaklarınızı önceden tasarlamazsınız, neyi nasıl söyleyeceğinizi
düşünmezsiniz, konuştuktan sonra “ah şunu da söyleseydim” gibi bir
ukde kalamaz içinizde, onun beğenisini kazanmak gibi bir amaç gütmediğiniz gibi
konuştuklarından dolayı da kınanmayacağınızı bilirsiniz, dahası onu ikna etmek
için de konuşmasınız!
Bu ikililerin hem hayatları hem de akılları
fırtınalıdır, uçarıdır. Bunlar sıradışıdır, toplumla genelde uyumsuzdur,
birbirlerini buluncaya kadar genelde yalnızdırlar ve konuşmayı da sevmezler.
Ama yankısına kapıldın mı, bir akıntıda
sürüklenirsin, kah keyif duyar kah bir kayaya toslamaktan korkarsın ama yine de
kendini akıntıya bırakırsın.
Yoksa Şems’e öldürülme pahasına daha 13. yüzyılın
Konya’sında o çılgınlıkları kim yaptırabilir! Bugün bile Konya’da Şems’in yapıp
söylediklerini, kimse kolay kolay yapıp söyleyemez. Hele hele rivayete göre
Şems ile Mevlana’nın karşılaştığı anda sorduğu ilk soruyu, bugün bile sormak
cesaret ister.
Bu ikililerin bir özelliği de sınırları
olmamasıdır, birinin diğerinden çekinmemesidir, birinin diğerine üstün
olmamasıdır, inançları kişilikleri ve yaşantıları itibarıyla önyargıları ve
kırmızı çizgileri olmamasıdır, birbirlerine ket vurmamalarıdır.
Her dönem herkes için böyle biri vardır,
olmuştur (olmasını, olmuşluğunu dilerim) ama kesintiye uğramıştır, farkına
varılmamıştır, değeri bilinmemiştir.
Eğer yoksa veya hiç olmamışsa, bilin ki kendine
güvende, kendini ifade etmede ve beyin fırtınalarındaki badanajın sebebi bu
yokluktur. Bu da ahengini yakalamamasına, meyvesini vermemesine, cevherinin
ortaya çıkmamasına neden olmuştur.
Belki
birçok fikir babası, sırf bu nedenle çığır açacak fikirleri bir zemine
oturtamamıştır. Zihinsel patlamalar, akıl oyunları, çağrışımlar, yaratıcı
fikirler bir olgunlaşmaya varmadan ve nihai biçim almadan, teşhis, tespit,
icat, keşif, buluşa varmadan geliştirmeye muhtaç kalmıştır.
Oysa ruh ve akıl ikizi varsa, yaratıcı ve çığır
açıcı fikirler, birer hezeyan, deli saçması konuşmalar ve fikirler olmaktan
çıkar.
Örneğin Freud’un fikirleri, içinde bulunduğu tıp
çevrelerince son derece yersiz ve saçma bulunmasına rağmen, onun Fliess ile
dostluğu, mektuplaşmaları, fikir tartışmasını en ince ayrıntısına kadar yapmaları,
Freud’un bildiği yolda ilerlemesini sağlamıştır. Freud ile Fliess’in
dostlukları 15 yılı aşkın bir süre devam etmiş, bu süre boyunca Freud kişisel
hayatının ayrıntılarını samimiyetle Fliess’e açmış, geliştirdiği teorilerinin
ilk versiyonlarını, ona sunmuş ve onun fikirlerine güvenmiştir.
Mevlana, hitabeti güçlü, dini bilgisi köklü bir
vaiz ve dini kanaat önderi iken, Şems onun şair olmasını sağladı. Mevlana’nın
geride bıraktığı eserlerin esin kaynağı veya tahrik merkezi Şems’tir.
Ama kuşku yok ki beni bu yazıyı yazmaya iten
başat ikili, Marks ve Engels ikilisidir.
Neredeyse ömür boyu süren, her birinin yarattığı
eserleri ortak eser olarak görebileceğimiz kadar birbirlerini tamamlayan,
birbirine söylediğini tamamlatan başka bir ikili yoktur.
Marks da Engels’e yazdığı ve görüşlerini merak
ettiği kitabı hakkında şöyle demiştir: “Sevgili Fred, umarım, bu dört formadan
memnun kalırsın. Bugüne kadar bana sergilediğin memnuniyet, benim için dünyanın
geri kalan kısmının söyleyebileceği her şeyden daha fazla öneme sahiptir, bu
mümkün olduysa yalnızca sana borçluyum! Benim için özverin olmasaydı, üç cildin
gerektirdiği çalışmayı yapmam imkânsız olurdu. Seni minnettarlıkla
kucaklıyorum!”
Engels, Marks’ı devrimci bir çizgiye çeken,
ekonomi politiğin yasalarını gündemine sokan, onu Marksist yapan kişidir. Bunu
Marks da kendisine yazdığı bir mektupta itiraf etmiştir: “Bilirsin, her mevzuda arkandan
gelirim, daima senin ayak izlerini takip ederim.”
Aslında “Komünist Manifesto”nun ilk hali de Engels’e aittir, daha sonra
Marks üstünden geçmiş, düzeltme ve eklemler yapmıştır. Engels önsözde şöyle der: “Manifesto ikimizin ortak eseri olmakla
birlikte metnin çekirdeğini oluşturan ana düşüncenin Marks’a ait olduğunu
belirtmeliyim.” Ancak Engels, hep temel rolün hep Marks’a ait olduğunu şu
mütevazı ve çarpıcı ifadeyle dile getirir: “Temel
ve öncü fikirlerin çoğu Marks’ın çabasının ürünüdür. Benim katkıda bulunduğum
şeyi Marks bensiz de pekâlâ başarabilirdi.”
Birbirini tamamlamak, birbirini tam anlamak her
karşılaşmada her ortaklaşmada, her paylaşımda mümkün olmuyor. Herkes de bunun
farkında olduğu için, birbirini tamamlayan, birini tam anlayanların ayrılığı
da, tıpkı bir aşk ayrılığı, aşk acısı yaşatır.
Şems’in sıra dışı söz ve davranışları ile başta
Mevlana’nın kendi ailesi olmak üzere, müritleri ve tüm Konya’da adeta bir
nefret objesi haline gelmesi sonucunda Konya’dan ayrılmak zorunda kalması
üzerine Mevlana’nın nasıl acı çektiği, odasına kapanıp, sabah akşam ağladığı,
sonuçta oğlu Sultan Veled’in Şems’i hiç sevmese de babasını çok sevdiği için
yollara düşüp Şems’i Şam’da bulup geri getirmesinden, Mevlana’nın kendini Şems
olmadan yarım insan olarak görmesinden , bu ikililerin ayrılığının ne kadar
sancılı yaşandığını biliyoruz.
Ama olsun, her şey kaybediliyor, hayat da!
Önemli olan birinin diğerinin gölgesi olmaması,
birinin diğerinin uydusu haline gelmemesi, biri olmadan diğerinin ne yapacağını
bilemez hale düşmemesidir. Daha da önemlisi, birbiri sayesinde içlerindeki
cevheri keşfetmeleridir.
Ve her düzeyde zekâya sahip insanın mutlaka
içinde bir cevher saklıdır, içinizdeki cevheri uyandıran, harekete geçiren bir
Şems’iniz, bir Engels’iniz, bir Fliess’iniz olmasını diliyorum.
Teşekkürler yoldaş
Günlerden hergün yoldaş olma günü
Sevgili hadi ben de o kitabı okuyunca benzer düşüncelere dalmıştım.senin yazını okuyunca kendime soracağım sorular hemen ortaya çıkıverdi. Acaba böyle bir dostum var mı diye. Zaten olsa bile ortam hemen önyargılarıyla ayırır. Zor olan önyargılara karşı direnebilmek. Seni kutluyorum kalemine aklına sağlık
Çok güzel ifade etmişsin Hadi, keyifle okudum. Okuyunca da sanırım herkese ” Acaba benim hayatımda böyle birisi var mı?” dedirtecek bir deneme olmuş. Yüreğine sağlık.
SEVGİLİ HADİ DÜŞÜNDÜĞÜN GİBİ KEYF
ALDIM.
EMEĞİNE SAĞLIK|
Cinsiyet farkı gözetmeksizin, her söyleşiden sonra fırtınadan çıkmışım gibi duygulara kapılıp bir sonraki sohbeti iple çektiğim bir, iki dostum var. Ne anlatmaya çalıştığınızı çok iyi anlıyorum.