Birkaç yıl önce, televizyonlarda, Afrika’yı anlatan bir film izlemiştim:
“Tanrılar Çıldırmış Olmalı.” Filme göre iki kardeş evlerinden uzakta, doğada kaybolmuşlardı. Küçük kardeş sırtlanla karşılaşınca, babasından duyduğu bir şeyi anımsadı ve hemen en yakın yerden büyük bir ağaç kabuğu alıp elleriyle başının üstünde tutmaya başladı. Çünkü kendisi sırtlandan büyük olmalıydı veya öyle görünmeliydi ki sırtlan ondan korksun. Öyle de yaptı; gerçekten de sırtlan geri adım attı.

Günlük hayattan birkaç örnek de bunu gösterir. Örneğin kedi, zor durumda kaldığında tüylerini kabartır. Tavuk civcivlerinin çevresinde hep tüylerini kabartarak dolaşır. Mahalle kaba dayılarının bile şişine şişine gezdiğini görürsünüz. Demek ki bunların hepsi tüylerini kabartarak karşı tarafa korku salmak içinmiş.

Egemenlerin tüylerinin bir kısmı da yaptıkları binalardan oluşuyor herhalde. Baksanıza gökdelenler birbirleriyle yarışıyor.

Son yıllarda ülkemizde yaşananlara bakınca böyle düşündüm. Ama yaşananlar bir rastlantı değil. Bilerek ve isteyerek; son hedefe, yani stratejiye uygun olarak yapılıyor. Başka çareleri de yok. Bu kadar yolsuzluğun, hukuksuzluğun, işlenen cinayetlerin üstü ancak baskıyla, şiddetle ve yasaları halkın üzerinde sopa gibi kullanarak kapatılır. Birazcık esnekliğin, birazcık demokrasinin bu işin sonunu nereye kadar götüreceğini önceden kestirmek mümkün değildir. Halkın ve demokratik toplum kuruluşlarının uzun mücadeleler sonunda elde ettikleri –küçük de olsa- her demokratik adım yeni adımların atılmasını; yeni mevzilerin kazanılmasını getirecektir. Ve her adım kendisine ve kendinden sonrakine meşruiyet kazandıracaktır. Yani suyun taşı delmesinin nedeni, gücünden değil, sürekliliğindendir.

O nedenle de egemenlerin, siyasi iktidarların, halka karşı yürüttükleri hiçbir mücadele ve hiçbir davranış, masum ve sıradan değildir. Her şey bilinçli ve planlıdır. Devletin binaları bile, halk üzerinde, dolaylı ve psikolojik bir baskı unsuru oluşturması amacı taşıdığı için bulunduğu yerde, yüksekliğiyle de rengiyle de diğerlerinden farklıdır.

Devletle ve kendi aralarında rekabet içinde olan bazı özel kurumlar ve kuruluşlar arasında bu fark daha belirgin duruyor.

Bende bu kanıyı, önce Antalya Güllük’teki FEM & Ana FEN Dersanesi binası ve Yıldız Mahallesi’ndeki (Şimdi adı Med Star olan) An-Deva Hastanesi yarattı. Her ikisi de, bulundukları çevrede en uzaktan bile büyüklükleriyle fark ediliyordu. Bu iki kurumun sahipleri de, -bana göre- heyula gibi yapılarla; diğer binaları gölgede bırakıyorlar; toplum üzerinde de dolaylı ve psikolojik bir baskı kurmaya çalışıyorlardı.

Masa Dağı’ndan çarşıya inerken bir masal, siyah bir bilim kurgu ejderhası gibi görünen eski oto-garın yerinde yükselen Mark Antalya da bana aynı duyguyu veriyor. Bir gelişme, kentleşme gibi gösterilen bu binaların bir kısmı geçmişle bugün arasındaki bağı koparıyor; toplumun hafızasını yok ediyor. Ve insan yok oluyor. O yüksek binaların arasında insan kendi varlığını bile hissedemiyor. Bunlar yalnızca bir yükselti olarak kalmıyor. Toplumun o iradeye giderek teslim olmasına; boyun eğmesine bile yol açıyor. KaçAK Saray’ın devasa ve görkemli yapılmasında bile, bir yandan muktedirin kendi iktidarının azametini her fırsatta, -bu ve böylesi yapılar yoluyla- halkın gözüne sokma amacı var.

Sözün burasında yollar, köprüler geliyor aklıma. İş yalnızca İstanbul’un bir köprüler açmazı olmasından ibaret değil. Anadolu’daki eski uygarlıklar binlerce yıl öncesinden bile, hanlar, hamamlar, köprüler yapmak yerine; bunları kullanacak insanın beynini geliştirecek olan Side, Aspendos, Efes, Milet gibi yerleşim birimlerinde tiyatro binaları yapmışlar. Bizde başından beri kendi dinamikleriyle, kendi öz kaynaklarıyla gelişemeyen çarpık kapitalizm, insanların gözüne hitap eden büyük binalarıyla, üst geçitleriyle, köprüleriyle insanlara gelişme, kalkınma olarak sunulmuş. Bu da oto yollar üzerinde giden arabaları satan firmalara daha çok yaramış.
Oysa gerçek büyüklük halkını eşit, adil, özgür, barış içinde bir arada yaşatmaktır. Çorak bir zihniyetle, insanlığın bu ortak değerlerinin yeşermeyeceği bellidir.

Kendisini doğanın Tanrı’sı sayan kapitalistler, doymak bilmeyen aç gözlüler, insanları gökdelenlere; pek çoğu hiçbir üretim amacı taşımayan, yalnızca boş konfor özelliği gösteren lüks otomobillere doldurarak; doğanın on binlerce yılda oluşturduğu güzellikleri son yetmiş yılda yok ederek, insanlığı bir uçuruma doğru götürüyorlar. Tüm canlıların hayatının birbirine bağlı bir zincir olduğunu; bir halkanın yok olmasıyla tüm zincirin yok olacağını göremiyorlar.

“Tanrılar Çıldırmış Olmalı.”

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here