
ey herşey bitti diyenler
korkunun sofrasında yılgınlık yiyenler.
ne kırlarda direnen çiçekler
ne kentlerde devleşen öfkeler
henüz elveda demediler.
bitmedi daha sürüyor o kavga
ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!
Adnan YÜCEL
Yakın tarihimizde önce 1980 faşist askeri darbesi, arkasından da Berlin Duvarının çöküşü insanların Sosyalizme bakış açılarında kırılmalar yarattı. Sınıf savaşının bittiği, sömürünün yok olacağı ve toplumların hep beraber kalkınacağı, çağımızın milliyetler ve dinler çağı olduğu safsataları dünyayı sardı. “Sosyalizm çöktü, doğal olarak onun karşıtı Kapitalizmde çökecek” zırvaları sol içinde bile müşteri buldu. ABD’nin silahlı kuvvetlerinin denizaşırı ülkelerdeki parçaları haline getirilen dini ve milliyetçi gruplar, “sivil toplum” , “özgürlük savaşı” maskesi altında ABD’nin emperyalist savaşlarının birer piyonu olmak için birbirleriyle yarıştılar.
Peki, gerçekten sosyalizm çöktü mü veya çöken her neyse Sosyalizm miydi?
İnsanlar bulundukları her yerde yaşamak için ihtiyaçları olan şeyleri üretmek ve bunları insanların olduğu her yere dağıtmak zorundadırlar. Ekmek, giyecek, konut, araba, ilaç, okul ve diğer her şeyi üretmek ve dağıtmak için öncelikle toprak, madenler, hammaddeler, makineler, enerji üretim tesisleri, fabrikaların olması gerekir. Bunu ekonomistler “Üretim Araçları” olarak isimlendiriyorlar. Bu üretim araçlarını çalıştıran, toprakta çalışan, madenleri çıkaran, hammadde üretim tesislerinde çalışan, makineleri işleten, enerji üretim tesislerinde ve fabrikalarda çalışan, bu ürünlerin insanoğlunun bulunduğu her yere dağıtımını sağlayan, eğitimde, sağlıkta ve diğer alanlarda çalışan herkese ise “işçi” adını veriyorlar.
Özetlersek Bir yanda “ÜRETİM ARAÇLARI” diğer yandaysa “İŞÇİ” var. Burada sorun üretim araçlarının kimin mülkiyetinde olduğudur. Doğal olarak bu mülkiyetin “kamu ”da yani toplumda, işçilerde olmasıdır. Ancak kapitalizmde işler doğal seyrinde değildir. Üretim araçlarının mülkiyeti “sermaye ”dedir, yani sermaye sahiplerindedir. Bir bireyin üretim araçlarına sahip olup olmadığı onun toplumdaki konumunu belirler. O halde iki sınıftan bahsetmek mümkün: Sermayedar sınıf (Kapitalist sınıf) ve İşçi sınıfı. Sermayedar sınıf sahip olarak, gelirini başkalarını kendi hesabına çalıştırarak; işçiler ise yaptığı iş karşılığında aldığı ücret için çalışarak varlıklarını sürdürüyorlar. Yaşamak için gerekli malların üretiminde “Emek” baş yeri tuttuğuna göre, emek olmadan üretim araçlarının olmayacağı ve üretimin yapılmayacağı göz önüne alındığında işçi sınıfının sağladığı emek karşılığında hakkını alması gerektiğini düşünürüz. Oysa durum böyle değildir. Kapitalist toplumda en büyük geliri elde eden en çok çalışan değil, en fazla şeye sahip olandır.
Kapitalist toplumda çarkları döndüren “kardır.” İşinsanı demek, satın aldığı şeyler için en düşük fiyatı ödeyen, sattığı şeyler için de koparabileceği en yüksek fiyatı alan insan demektir. “Kar” olgusunun ilk adımı giderleri azaltmaktır. (Satın alınan şeye en düşük fiyatı ödemek). Üretimin giderlerinden biri, emeğe ödenen ücrettir. Bu nedenle, elden geldiğince düşük ücret ödemek ve elden geldiğince uzun çalışma süreleri sermayedarların çıkarınadır.
Üretim araçlarına sahip olanların çıkarları ile bunlar için çalışan insanların çıkarları birbirine karşıdırlar. Sermaye için “önce mülkiyet sonra insanlık”, işçiler için ise “önce insanlık (yani kendileri) sonra mülkiyet” gelir. Kapitalist toplumda milyarlarca işçi ile bir avuç sermayedar arasındaki çatışmanın olmasının sebebi işte budur. Sınıf savaşı bu iki sınıfın uzlaşmaz bir çelişki içinde olmalarından doğmaktadır. Sermayedar, sermayedar olarak kalabilmek için kar etmek zorundayken, işçi yaşayabilmek için doğru dürüst bir ücret almaya çabalamak zorundadır. Taraflar ancak karşısındakinin zararı pahasına başarıya ulaşabilir.
Sermaye ile emek arasındaki “uyum” konusunda söylenen bütün sözler, gevezelikten başka bir şey değildir. Sermayenin yararına olan her şey emeğin zararına, emeğin yararına olan her şey sermayenin zararınadır. Emek “kamusal eğitim” derken sermaye “özel eğitim “ der, emek “kamusal sağlık” derken sermaye “özel hastaneler” der.
Bunun için kapitalist toplumda, üretim araçları sahipleri ile işçiler arasında varolması zorunlu ilişki, bıçakla gırtlak arasındaki ilişki gibidir. Bunun için sermaye din, milliyet, mezhep, ırk derken sermaye ile işçi arasındaki ilişkideki ortak noktalara vurgu yapmakta, işçiler ise üretim araçlarının mülkiyeti sorunu, kamusal hizmetler, insani ücret derken bıçağı (üretim araçlarını) elinde tutanlar tarafından gırtlaklarının kesildiğini söylemekte ve bıçağı eline alma mücadelesi vermektedir. Bunun için 28 Mart 1871’de Paris’te iktidarlarını çok kısa bir süre de olsa sürdüren işçilerin komünü insanlığın hafızasında dünmüş gibi canlıdır. İki aydan biraz uzun bir süre iktidarı ele geçiren işçi sınıfı yüzyıllar sonra da hatırlanan işler yaptı.
*Tüm kiraların hafifletilmesi (Tarla, konut, işyeri vs)
*Uzun çalışma saatlerinin kısaltılması
*Giyotinin kaldırılması
*Etkin görev sırasında öldürülen Ulusal Muhafızların eşlerine olduğu kadar, eğer varsa çocuklarına da aylık bağlanması
*Savaş sırasında tüm işçiler aletlerini rehine vermeye zorlandığından şimdi hepsinin karşılıksız iadesi
*Borçların ertelenmesi ve faizin kaldırılması
*Sahipleri tarafından terkedilmiş fabrikaları işçilerin işletmeye devam etmesi.
*Mecburi askerliği sona erdirilmesi
*Kilise kanunu değişikliği ile kilisenin bütün mülkünün kamulaştırılması ve dini okulların kapatılması Kiliselerin dinsel faaliyetlerinin ancak ve ancak akşamları yapılan politik toplantılara kapılarını açmaları ile mümkün olabileceğinin dair bir genelge ile kiliseleri Paris Komününün asıl siyasi merkezleri haline getirilmesi.
*Eğitimi iyileştiren ve teknik eğitimi herkes için mümkün hale getiren reformların hızla yürürlüğe konması
*Kısa varlığı boyunca Komün, önceden kaldırılmış olan Fransız Cumhuriyetçi Takvimini benimsedi ve üç renkli Fransa bayrağını değil kızıl bayrağı kullandı.
*Mahallelerdeki sosyal ihtiyaçları (kantinler, ilk yardım istasyonları) karşılamak için kurulan pek çok plansız organizasyon artarak devam etti ve Komünle iş birliği içinde çalıştı.
*Aynı zamanda yerel işçilerin yönetimindeki bu yerel meclisler kuruldu. Kısa sürede bu meclisler vasıtasıyla okul malzemeleri bedava sağlandı, okullar laikleştirildi ve bir yetimhane kuruldu. okul çocuklarına bedava giysi ve yiyecek verildi.
*Görevlerinden alınan uzmanların ve yöneticilerin sorumluluklarını sıradan işçilerin tarafından kurulan meclislere devredildi.
Friedrich Engels daha sonra sürekli ordunun bulunmayışı, mahallelerin kendi kendini yönetmesi ve bunun gibi etmenler nedeniyle Komünün artık bilindik anlamıyla bir “devlet” olmadığını iddia etti: bu bir geçiş biçimiydi, devletin yok oluşuna doğru bir geçiş. Ancak onun gelecekteki gelişimi kuramsal bir soru olarak kalacaktı.
Paris Komününü doğuran sebep Fransa’nın, Prusya orduları tarafından yenilgiye uğratılması ve Paris’i kuşatması karşısında Paris işçilerinin ve halkının iktidarı ele geçirmesi idi. Ancak bu 60 günlük süre sonunda 72 gün önce savaşan iki güç, Prusya ve Fransa orduları birleşerek Paris’i ele geçirdiler. Çünkü her iki ordu da toprak sahipleri ve sermaye sınıfına aitti. Asıl düşmanları işçi sınıfı ve halktı.
Sosyalizm öldü, sınıf mücadelesi öldü, yeni bir dünya kuruldu diyenler yalan söylüyorlar. Sosyalizm en az Paris Komünündeki kadar canlı ve yaşıyor. İşçilerin bıçağı ele geçirme mücadelesi sürüyor.