
Özellikle sağ zihniyetli siyasetçiler, kendimi bildim bileli, bu güzel ülke ile ilgili olarak “Yüzde doksan dokuzu Müslüman olan Türkiye’de” diye başladılar söze. Aslında onlar bu ülkede yaşayan insanların yüzde doksan dokuzunun, kendi söyledikleri anlamda Müslüman olmadığını biliyorlardı. Ama öyle olmasını istiyorlardı. Çünkü, diledikleri gibi yönetebilmek için ona gereksinimleri vardı. Yıllarca süren bu girişimler –özellikle azınlıklar üzerinde- “mahalle baskısı” etkisi gösterdi. Ve bu insanlar etnik kimliklerini ya gizlediler; ya da ancak kendi aralarında açıklayabildiler. Yani kendi kültürlerini yaşayamadılar. Bu da yetmedi. Egemen inancın, egemen ulusun, egemen zihniyetin baskıları o insanları egemenler gibi yaşamaya zorladı. Yani kimlikleri yozlaştırmaya (asimile etmeye) çalıştılar. Bunun için gazete, radyo, televizyon ne varsa hepsini kullandılar. Onun için yasalar çıkardılar. Asker ve polisi kullandılar. Yetmediği yerde kendi kurdukları dinci ve ırkçı örgütleri kullandılar. Çıkarlarına hizmet etmeyen, kendilerinden olmayan herkesi ya şer güç, ya da hain ilan ettiler.
Diyanet İşleri Başkanlığının bütçesinin 5,7 milyar tl, Sağlık Bakanlığın bütçesinin 2,7 milyar tl., doktor sayısının 107 bin, imam sayısının 122 bin, hastane sayısının 1.250, cami sayısını 85 bin olmasıyla, Diyanet İşleri Başkanı’nın 600 milyon tl. tutarında bir otomobile binmesiyle yetinmediler. Üstüne üstlük bir de mağdur edebiyatı yaptılar.
Ekilen bu kin ve nefret tohumları zamanla zehirli meyvelerini vermeye başladı. Zamanın Başbakanı Bülent Ecevit’in, “devletin içinde yer alan, ancak devletin denetimi dışında kalan” diyerek işaret ettiği “derin devlet”in yaptığı, yaptırdığı 1 Mayıs 1977 katliamıyla başlayan kıyımlar, Çorum, Sivas, Maraş, Gazi, Madımak, Reyhanlı ve Suruç’la devam etti. Orada olmadığım halde halen travmasını atlatamadığım 10 Ekim günü Barış yürüyüşüne yapılan canlı bomba saldırısı ise bunun en büyüğü ve en acısı oldu. Bunların hepsi halka gözdağı vermek ve eşitlik ve barış mücadelesi verenleri yıldırmak için yapıldı. Ama yaşananlar gösterdi ki, baskılar, gözaltılar, işkenceler, cezaevleri, öldürmeler bu insanları yıldırmadı. Yıldıramayacak. Çünkü bu mücadeleyi verenlerin mücadeleyi sürdürmekten başka seçenekleri yok. Ama onlar bilmiyorlar ki eşitsizliğin, adaletsizliğin, haksızlığın, sömürünün olduğu yerde mücadele bitmez, yok edilemez. Bu, hayatın ürettiği doğal bir sonuçtur.
Yaşananlar her gün gösteriyor ki, yönetenler, onların buyruğundaki polis ve askerler, sahibinin sesi konumundaki medya organları halkın sorununu, acısını anlamıyor. Yokluk içindekiler, bu acıları yaşayanlar onların gözünde sanki birer böcek. Ölmelerinin, öldürülmelerinin bir önemi yok.
Gezi’de gördük, öldürme emrini kendisinin verdiğini söyleyen o zamanın Başbakanı’nın anaların acısını önemsemediğini. Hatta sözleriyle acıları nasıl kanırttığını.
Oysa, halkın anladığı anlamda bile devlet adamı böyle davranmamalıydı.
Şimdi de öyle oldu. Dün televizyonda, 97 canın ölümünden, bunun toplumda yarattığı travmadan söz edilirken, İç İşleri Bakanı Selami Atınok’a ” İstifa etmeyi düşünüyor musunuz?” diye sorulurken, Adalet Bakanı Kenan İpek, -toplumu derinden yaralayan ve sarsan kıyımla ilgili hiçbir üzüntü duygusu taşımıyor olmalı ki- yılışıyordu. İç İşleri Bakanı “güvenlik zafiyeti olmadığını” söylüyordu. Aslında doğru söylüyordu. Bir “güvenlik zayıflığı” yoktu. Yani, gazetecileri, belediye başkanlarını, bazı HDP üyelerini operasyonlar düzenleyerek gözaltına alan, tutuklayan, yüz binlerce insanın yaşadığı kentleri günlerce kuşatan AKP devleti, Barış için Ankara’ya gelenlerle ilgili bilerek önlem almamıştı. Her fırsatta saldırdığı bu insanları korumak istemiyordu. Bunun anlamı da zafiyet olamazdı herhalde.
Henüz hükümetten hiçbir kimse gitmemişken, 27 AB ülkesinin temsilcisi, ölen her can için bir tane olmak üzere ellerine 97 adet karanfil alarak, katliamın yapıldığı Gar’a gelerek kırmızı karanfil koymuşlardı. Yönetenlerin ülkemizin insanına, yurttaşına ne kadar önem verdiği bundan da anlaşıldı. Halk olarak biz de anladık ki katliamla karşı karşıya kalmak yalnızca Kürtlerin sorunu değilmiş. Devlet, Batıda da her an kendisine karşı olanları toplu halde öldürebilirmiş; öldürülmesine seyirci kalabilirmiş. Yani devlet seri katil gibi davranabilirmiş.
Demek ki Diyanetin bu miktardaki bütçesi, “sehven” harcanan 23 milyon tl., bu kadar cami, bu kadar kadrolu din görevlisi yüzde doksan dokuzu Müslüman denilen bir ülkenin gerçekten Müslüman bir ülke olmasına yetmezmiş. Orta-Doğu’daki ve Afrika’daki İslam ülkelerinde çok sık yaşandığı gibi, cennete gitmek isteyen bazı dinci militanlar tarafından da bombalı intihar eylemlerinin zaman zaman düzenlenmesi ve onlarca, yüzlerce insanın da toplu bir şekilde öldürülmesi gerekirmiş.
Yani sözün kısası, yani anlayacağınız biz şimdi tam bir Müslüman ülkesi olduk.
“Boşa geçen hayatları ahrette kurtaracak sebep cehaletse, ilim gibi kanlı hançeri sırtıma vuran da kim?” (IŞİD’in Adıyaman’daki üssü İslam Çay Ocağı’ndaki yazı)