Yaklaşık iki – üç yıl önceydi. Çocukluğumun bir anısını “Kızılözdeki  Kuzu  Çobanı”nda anlatmıştım.

İçinde sen, ben ve Eğitmen vardı.( O yazıda yazamamıştım ama ben Eğitmen’in ellerini çok severdim biliyor musun?

Köyümüzdeki diğer insanların ellerine benzemezdi. Ak paktı, yumuşacıktı. Bir de çakısıyla kurşun kalemlerimizin hepsini  birbirinin aynısı gibi açmasını severdim.) O yazı kırk yıl sonra telefonda buluşturdu bizi. İlk işim İstanbul’a gelişimde seninle yüz yüze görüşmek; çocukluğumuzu konuşmaktı.  Dün , köyümüzün derneği AK-DER’den gelen  iletide  “Köylümüz Muharrem Topuz  vefat etmiştir.  Cenazesi yarın  Okmeydanı  Cemevi’den  kaldırılıp Feriköy Mezarlığında toprağa verilecektir” diye yazıyordu. İnanamadım. Bir trafik kazası sanmıştım. Çocukluğumuzda köyümüzde bize, uzak, yabancı ve bilinmez gelen ölümleri kanıksamıştık artık. Çünkü pek çok yakınımızı İstanbul’da trafik kazalarında kaybeder olduk. Hemen kardeşin İsmail’i aradım. Ne yazık ki doğruydu.. Kansermişsin.  Ve ancak birkaç ay dayanabilmişsin.

Çocukluğumuza gittim. Sen belki de anımsamazdın ama ilk anımız bir kavgamızdı.

Altı- yedi yaşlarındaydık. Day’oğlu Zeynel ve Sabiha bize gelmişlerdi. Sen onları taşlamıştın. Çocukluk işte, bir nedeni olması gerekmiyordu. Ben de onları korumaya çalışmıştım. Attığım taş kafanı yarmıştı. Kafan kanıyordu. Kim olduğunu anımsamıyordum ama komşu kadınlardan biri beni korkuttu:

– Muharrem’in babası  jandarmaya bildirdi. Gelip seni Celallı’ya karakola, götürecekler, dedi.

Çok korkmuştum. Kaçtım. İbo Paşamgil’in duvarın dibine saklandım. Ağladım. Saatlerce o duvarın dibinden çıkamadım.  Sonra beni buldular, alıp eve götürdüler. Bir- iki saat sonra da yeniden oynamaya başlamıştık.

Bak, bir anımızı daha anımsadım. Çocukluğumuzda bizler analarımızla, diğer yaşlılarımızla köyde kalırken babalarımız hep gurbette, İstanbul’da olurdu. Hemen hepsi, bu yıllarda İSKİ dedikleri “Belediye Sular İdaresi’nde çalışırlardı. Babam da onlardan biriydi ve İstanbul’a “büyük köy” derdi. Birimizin babası “büyük köy”den geldiğinde biz çocuklar da İstanbul’daki  yakınlarımızdan haber almak için onları, evlerinde görmeye giderdik.  Gürültülü bir sesle yanan o pompalı gaz ocaklarında çay demlenirken biz çocuklar kapının arkasında bir yere oturtulurduk.  Bıyıkları sararmış yetişkin erkekler , “tatlı sert” tütünleri, o soğan zarı gibi kağıtlara sarıp içerken bizler de onları dikkatle izlerdik. Dışarıya atılan sigara artıklarını, çaktırmadan toplardık. Sonra onları gizli bir köşede içmeye çalışırdık. O dumanla kendimizi , birkaç dakikalığına da olsa büyümüş sanırdık. Bir yandan da öksürükten canımız çıkardı. Bir de, bizlere- küçük de olsa- para verilmişse daha çok sevinirdik. Çünkü o parayla, hemen köyün bakkalına koşar, bir yalan uydurarak  sigara alırdık.

Yine öyle bir gündü. Sen, ben, Alaattin  ve Ahmet(Kızıltaş)  bir paket sigara alıp büyük purun yüzündeki mağaraya kadar gittik. Birer, ikişer, üçer ..kaçar “birinci” sigarası içtik bilmem ama kalanı paketinden çıkarmadan mağaradaki kayanın deliğine sakladık. Birbirimizden habersiz buraya hiç birimizin gelmeyeceğine ilişkin kendimizce ant içerek sözleştik. Ve büyük iş başarmış yetişkin kuruntusuyla purdan indik.

Bir iki gün sonra gittiğimizde sigaranın yerinde yeller esiyordu. Belli ki birimiz veya birilerimiz hınzırlık yapmış; sigaraları oradan uçurmuştu. Ben hala o sigaraların kim veya kimler tarafından içilerek yok edildiğini anımsamıyorum. Sen biliyor muydun Muharrem?

Bazan düşünüyorum da Muharrem, keşke İstanbullar, Antalyalar hayatımızda hiç var olmasaydı. Biz köyümüzde, yokluk içinde bile mutluyduk. Düşün ki, tarlalarımızı traktörle sürüyoruz.  Altın renkli ekinlerimizi biçer- döğerle biçiyoruz. Harmanlarımızda patos çalışıyor. Evlerimizin yapısı güzel, kullanışlı ve sağlıklı. Musluklarından sular akıyor. Televizyonları izleyerek dünyanın her yerinden haberimiz oluyor. Sağlık ocağımız var. Çocuklarımız liseleri, üniversiteleri  daha kolay koşullarda okuyorlar. Birbirimizin eşiti ve dengiyiz. Ne güzel olurdu değil mi? Oysa:

    

      “Şehir eşitsizlik getirdi bize.

      “Evler, arabalar yetirdi bize.

      “Baba ocağını batırdı bize.

      “Bağda gülümüzle biz mutlu idik.”

 

Akşam eve gelir gelmez bir fotoğrafını bulmaya çalıştım. Olduğunu biliyordum. Buldum da. Küçük bir  vesikalık  resim. Kıravat takmışsın. Büyük bir ciddiyet içindesin. Bütün diğer fotoğraflar gibi onu da korumuşum. Hatta, uzun zamandır internette yayınlamak için beklettiğim eben Gara Leyli’nin  ve ebem Kiney’in de birikte çektiğim bir fotoğrafını yeniden bulup çıkardım.   Senin de görmeni istiyordum ama iş işten geçti.

Düşünüyorum da, -belki eski resimleri korumak kolay ama- dostluklar  uzun süre korunmalı. Hele de bu zamanlarda.. Kentler, teknoloji ve bunların kullanılış biçimi insanları birbirinden öyle uzaklaştırdı ki dostlukların ömrü kısaldı.

Ne diyeyim Muharrem?! Keşke hasta olduğunu duysaydım. Arardım seni. Biraz konuşurduk. Uzaktan uzağa moral destek olmaya çalışırdım. Yoksa hepimiz bir gün bu dünyaya ve dostlarımıza, eşimize, çoluk-çocuğumuza  el sallayacağız:

 

      “Koparız hayattan günü gelince

      “Elbet sonsuzluğa yürürüz bir gün.

     “ Kupkuru dal gibi toprak altında.

      “Börtüyle, böcekle dururuz bir gün. 

      “Altmış yılım geçti daha dün gibi.

      “Koşarak geçiyor yıllar gün gibi.

      “Değirmende öğütülen un gibi.

      “Yok olur gideriz, eririz bir gün.

      “Hayat bir armağan verildi bize.

      “İnsanın eylemi dönmeli söze.

      “Onurlu hayatı almalı göze.

      “Susuz çeşme gibi kururuz bir gün.

      “Biz gideriz dostluk kalır geride.

      “Bal yapmanın tüm sırları arıda.

      “Ertelersek, kalır ise yarıda

      “Saçımızı yolar dururuz bir gün.

      “Doğayla uyumlu yaşıyor isek

      “ARKADAŞ bilime koşuyor isek.

      “Sevgiyle kaynayıp coşuyor isek,

      “Onun ödülünü görürüz bir gün.”

 

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here