(Milliyetçilik, insanları tıpkı böcekler gibi farklı sınıflara ayırma ve bu sınıflara dayanarak kimlerin iyi, kimlerin kötü olduğuna karar verme alışkanlığıdır. Milliyetçiye göre herhangi bir eylemin iyiliğini, ya da kötülüğünü eylemin niteliği değil, kimin tarafından yapıldığı belirler. “Biz”im tarafımızdan yapıldığı sürece ahlaki açıdan hoş görülmeyecek hiç bir eylem yoktur. ) (George Orwel)
……………………………………………………………………
Savaşlar zaten kaybetmek içindir. Tuhaf değil mi? Hiç kaybetmek için savaş mı yapılır diyeceksiniz. Ben de derim ki kazanılan savaş gördünüz mü? Siz de diyeceksiniz ki Amerika Hiroşima’ya atom bombası attı ve savaşı kazanmadı mı? Vietnam’da, Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da kazanmadı mı? Ben de diyeceğim ki, hayır kazanmadı. İnsan soyu bindiği dalı kesiyor. Kendini öldürüyor. Kendini var eden doğayı ortadan kaldırıyor. Kazanmak bunun neresinde? Ama emperyalizm denen olguda ve vahşi kapitalizmde vicdan ve sağ/duyu aramak dipsiz kuyuda su aramak gibi bir şeydir. Ne kadar ararsanız arayın; ne kadar derinlere inerseniz inin bir damla suya bile rastlayamazsınız.

Amerika, zaten Japonya’ya bombayı attığı gün kaybetti. Vietnam’da My Lai katliamında iki köylünün kesik kafasını eline alıp poz verdiği zaman kaybetti. Küba’ya Domuzlar Körfezi çıkarmasını yaptığı zaman, Saddam’ı Irak halkına; Kaddafi’yi Libya halkına katlettirdiği zaman kaybetti. Yani ezen uluslar gibi ezen devletler de huzurlu ve mutlu olamazlar. Yaptıkları cellatlıklarla, sömürdükleri artı değerlerle dünya halklarını, özellikle kendi halklarını bir süre daha oyalarlar. Ama her yolun bir sonu vardır.

Yakın tarihe ve günümüz dünyasına bakacak olursak, savaşlardan geriye açlık, işsizlik, hastalık ve ölümlerin kaldığını görürüz. 1994’te Sudan’da Güney Afrika’lı gazeteci Kevin Carter’in çektiği, bir parça yiyecek bulmak için Birleşmiş Milletler yardım çadırına doğru sürünerek giden, bir deri bir kemik kalmış kız çocuğunun resmini hatırlayın. O gazetecinin üç ay sonra da kendini öldürmeden önce bıraktığı şu cümleleri ise hiç unutmayın: “Çocuğu kurtarabilirdim. Makinemi bırakıp onu kucağıma alıp yardım çadırına götürebilirdim. O an sadece gazeteci olduğumu düşünüyordum, şimdi ise önce insan olduğumu.”

ABD, kendi askerlerine önce Vietnam sendromunu, sonra da Afganistan ve Irak sendromunu yaşattı. Yani ülkelerinden uzakta savaşan askerlerin, halkların direnci karşısında ruh sağlıkları bozuldu. Ülkelerine döndüklerinde hepsi uzun süreli terapi gördüler.

1990’lı yıllarda Doğu ve Güneydoğu illerinde yaşananlardan sonra oralarda görev yapan ve sıcak çatışma ortamında bulunan askerlere aynı “savaş sendromu” tanısı kondu ve pek çoğu tedavi gördü. “Hayır, böyle şey olmaz!” diyenlere, “insana özgü olan hiçbir şeyin bize yabancı olmaması gerektiğini” ve yukarıdaki gazetecinin “önce insan olmak gerektiği” sözünü hatırlatırım.

İki gündür sosyal medyada dolaşan, devlet güvenlik güçlerince öldürülen ve ölüsü zırhlı bir aracın arkasına bağlanarak sürüklenen Hacı Lokman Birlik’in görüntüleri çok çarpıcı. Dağı-taşı ateşe verip, halkı günlerce aç-susuz evine hapsettikten sonra, hıncını alamayıp öldürdüğü insanın ölü bedenini sokaklarda sürüklemek normal insanın yapacağı iş değil. YANİ ASLINDA O SOKAKLARDA SÜRÜKLENEN ÖLÜ BİR TERÖRİST DEĞİL, PARAMPARÇA EDİLMİŞ İNSANLIKTI.

En hafif ifadeyle demek ki orada çatışma ortamında bulunan askerlerin de ruh sağlığı bozulmuş. Yani Türkiye Cumhuriyeti devleti orada sürdürdüğü savaşı bir kere daha kaybetti. Hepimiz kaybettik. Yani devlet “teröre” karşı savaş verirken o yöredeki halkı kaybediyor. Terörist dediğiniz unsurların uyacağı bir yasa yoktur. Ama devlet yasayla yönetilir. Vereceği mücadele de yasalardan aldığı güçle olmalıdır. Devlet yasa dışı güçlerin uyguladığı yöntemlerini uygulamamalıdır. Ölen asker ve polisin, ölen Kürt çocuğunun –her ikisinin de- bu ülkenin evladı olduğu unutulmamalıdır. Yoksa devletin mücadele ettiği “terörist”ten bir farkı kalmaz. Bu durumda bölge halkı kaybedilir. Bölge halkını kaybederek de savaş kazanılmaz. Zaten otuz yıldan fazladır sürmekte olan bu kirli savaş da kazananı belli olmayan bir savaş.

Bakın o yörelerde görev yapmış bir asker olan Süleyman Akbulut “Her Savaş Bir Tanrı Öldürür” adlı kitabında ne diyor?

(Öldürmek zorundasın ya sen onu, ya da o seni. Anlatsan “vatan için öldürdün” diye avuturlar seni. Ama gelsinler bunu öldürdüğüm yirmi yaşındaki birinin yarı açık/ gözlerine bakan vicdanıma sorsunlar.)

Yani yapacağımız iş, insan olmakla olmamak; insanlıkla vahşet arasında bir seçim yapmak.

(05 Ekim 2015 günlü Birgün Gazetesinin 9. Sayfasında, olayla ilgili şunlar yazılıydı):

(Şırnak’ın Dicle Mahallesinde, özel hareket timlerinin siviller üzerine ateş açması sonucu, Bayındırlık binası önünde Hacı Lokman Birlik adlı yurttaş yaralandı. Ayağından vurulan Birlik’in yere düştüğü, daha sonra özel harekât timlerinin yanına gelerek infaz ettiği iddia edildi. Görgü tanıklarının anlatımına göre, Birlik’i öldüren polisler kafasına basarak fotoğraf çektirdi. Birlik’in, HDP Şırnak Milletvekili Leyla Birlik’in eşinin kardeşi olduğu öğrenildi.

HDP Şırnak Milletvekili Faysal Sarıyıldız, otopsisine girdiğini, Birlik’in karnı ve yüzünde çok sayıda mermi izi olduğunu belirterek “Çenesi dağılmış, karnı ve ayakları paramparçaydı. Daha fazla dayanamadım. Otopsiden çıktım” diye konuştu.

Ailenin avukatı Büşra Demir, “Birlik’in burnundan çenesine kadar olan kısmı tamamen yoktu. Göğsünde avuç içinden daha büyük bir yara vardı. Kalçası tamamen parçalanmıştı, kalçasıyla beli arasındaki et dökülüyordu. Savcı da yaraların normal bir kurşun ile oluşmadığını fark etti. Yakın mesafeden ateş edildiğini gösteren emareler bulunuyordu.)

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here