Halktan biri olarak, halk otobüslerinin içindeki gündelik hayatın gerçek hayat olduğuna inanıyorum.
İyi ve kötü yanlarıyla, insanların orada gerçek yüzleriyle var olduklarını düşünüyorum. Yani, bana göre bir insan orada ne kadar iyi insansa, evinde, hayatın diğer alanlarında da o kadar iyi insandır. İyi insan nedir? Kötü insan nedir? Bu da göreceli bir kavram olsa gerek.
Bana göre, hiç olmazsa yolculuk sırasında iyi insan, durakta araba bekleyen, otobüs gelmeden kartını veya bozuk parasını hazırlayan; gelince de en çabuk şekilde binip yerini alan; boş yer kalmamışsa da, oturanları bakışlarıyla bile yer isteme edasıyla taciz etmeyen insandır. Yerini verme işi, gencin yaşlıya; erkeğin kadına; elleri boş olanın dolu olana karşı bir zorunluluk değil, bir “gönüllülük” işidir. Çünkü, bizim genç vb. nedenlerle yerini vermesini beklediğimiz kişi bizden çok daha yorgun olabilir. Hasta olabilir. Yerini vermek istemeyebilir. O nedenle, böylesi durumlarda birbirimizi anlamaya çalışmamız gerekir.
Kimine göre, -örneğin iyi insan- otobüse binene en çabuk tarafından yerini veren insandır.
İki gün önce de öyle oldu:
Sabah, işime giderken Mazı Dağı’dan yine ilk yolcu bendim. Sağ taraftaki tek kişilik koltuğa oturdum. İçinde yemek olan sefer taslarının olduğu çantayı devrilmeyecek şekilde yerleştirdim.
Gecekonduların arasından bir kartal edasıyla süzülerek iniyorduk. “Vakıf zeytinliği”nden başka yeşil alanı kalmamış Antalya’nın görünen yüzüne ve kutu kutu evlere kuş bakışı bakarak yol alıyorduk.
Yolculuğun başlarında, sürücünün arkasındaki iki kişilik koltuğa, 17-18 yaşlarında, sakalı-bıyığı yeni terlemiş, beyaz tenli, kareli gömlekli, düz saçlı bir genç bindi. Koltuğun salondan tarafına oturarak daha en başta aykırı bir tarz sergiledi. Belki de iç tarafa oturmanın daha doğru olacağını düşünemedi.
(Düşündüm: Biz toplum olarak diğer yerlerde de öyleyiz. Yemek, içmek veya oturmak için bir yere girdiğimizde, örneğin dört kişilik bir masada bir kişilik boş bir yer olsa bile, oraya oturmaz; gider, dört kişilik bir başka masaya tek başımıza otururuz. Seksen kişinin oturabileceği bir yeri böylelikle yirmi kişiyle doldururuz; altmış kişi de ayakta kalır. Paylaşımı mı sevmiyoruz; birbirimize yakın olmamayı mı yeğliyoruz, doğrusu üzerinde düşünmeye değer.)
Sürücü, gence, koltuğun cam tarafındaki kısmına yanaşmasını söyledi. Bir-iki saniye durakladıktan sonra koltuğun sol tarafa yanaştı. Ama delikanlının yüzünde anlaşılmaz bir ifadesizlik vardı. İçten içe uyarıdan alınmış gibiydi.
Barış Taksi’ye doğru, binenler çoğaldıkça, aldığı bir-iki uyarı üzerine, bu yolcu yerinden kalktı. Sürücü bu kez de, ayakta olan diğer yolcularla birlikte onu da arkaya doğru ilerlemesi için uyardı. Arkaya doğru bir kıpırdanma oldu. Genç insan, en arka sıradaki boş bulduğu bir koltuğa, tepkisiz bir şekilde oturdu. Yeniden binenler olunca, bir ses duyuldu:
– Şuna bak, kendisi oturuyor, şu yaşlı insanlar ayakta. Ayıp değil mi? İnsan büyüğüne yer vermez mi?
Dönüp baktım, bu uyarıyı yapan, ayaktaki yolculardan, elli-elli beş yaşlarında, açık renk gömlekli, beyaz saçlı bir yetişkin.
Önüme döndüm. Birkaç saniye sonra araba durdu. Arka kapının açılma sesi geldi. Arkasından bir gürültü oldu. Bir kadın:
– “Kaptan arka kapıyı kapatsana!” diye bağırdı. Kapı kapatıldı. Hareket ettik. Durum anlaşıldı. Bizim genç, kendisini uyaran o yolcuya saldırmış. Tam arabadan inerken de yumruk ve tekme savurmuş. Hararetle konuşmaya başladılar:
-Şu saygısıza bak, güya genç olacak! Hem yer vermiyor; hem de babası yaşındaki adama saldırıyor..
-Suç bunda değil; ona terbiye vermeyen ana-babada..
-Yahu, okullarda bunlara nasıl eğitim veriliyor?
-İnmeseydi de şunu arabada bir güzel benzetseydik.
Suça bakın, cezaya bakın. Kopan fırtınaya bakın. Ellerinden gelse, bir kaşık suda boğacaklar.
Diyecek söz bulamadım. Düşündüm:
Bir ülkenin yetişkinleri bozulmadan, çocukları bozulur muydu? Bu yetişkinler, 1968’de 6. Filoyu protesto ettikleri için, Yıldız Camisinden çıkıp üniversitelilere saldıranlar değil miydi? Bu büyükler, “Üç Fidan”ı darağacına gönderenler değil miydi? Bunlar, sonradan suçsuzluğu anlaşılan, bir gecede yaşını büyütüp, astıkları 17 yaşındaki Erdal Eren’in idam kararını verenler değil miydi? Bunlar, “Gezi” çocuklarını, kuytu köşelerde kıstırıp öldüresiye dövenler değil miydi?
Bu düşünceler, yaklaşık otuz yıl önce, İlhan Selçuk’un Cumhuriyet’teki bir yazısına götürdü beni:
O yıllar İstanbul’da yine böyle bir yolculukta bir yetişkin delikanlıya şöyle çıkışır:
-” Senden büyük olanlar ayaktayken, sen koltukta oturmaya utanmıyor musun? Neden yer vermiyorsun?”
Gencin yanıtı çok çarpıcı ve çok anlamlıdır: “Siz bize hayat içinde ne kadar yer veriyorsanız, biz de size arabada o kadar yer veriyoruz!”