
“Eğitim görmüş bir halkı bir yöne sevk etmek kolay; sürüklemek güçtür.
İdare etmek kolay; köleleştirmek olanaksızdır.” (Montaigne)
………………………………………………………………
Dilbilimciler, seslerin başlangıç olarak doğanın bir yansıması olduğunu söylerler. Yani insan soyu başlangıçta, doğadaki sesleri taklit ederek kendi arasında anlaşmaya başlamıştır. On binlerce yıllık süreçte elde edilen gelişim bu günkü dili oluşturmuştur. Seslerin şekillerle anlatılmaya çalışılması ise dili daha somutlaştırmıştır. Farklı coğrafyalardaki farklı diller ise yine ancak kendi koşulları dikkate alınarak filologlar tarafından açıklanabilir.
Osmanlılık, çok sayıda ulus ve azınlıkları da içinde taşıyan Anadolu coğrafyasındaki bir yönetici sınıfın adıdır. Son günlerin Osmanlıca dil konusu, art niyetli ve ideolojik amaçlı olarak ortaya atılmıştır. Dil, ulus olmanın da koşullarından biri olduğuna; Osmanlı diye bir ulus olmadığına göre, doğal olarak da Osmanlıca diye bir dil yoktur. Bağımsız bir dilmiş gibi topluma dayatılmaya çalışılan aslında Arapça, Farsça ve Türkçe karışımı bir konuşma tarzıdır. Bu tarz daha çok da sarayda konuşulmaktadır. Halk dediğimiz Anadolu köylüsü kendini başka bir dille ifade etmektedir. Sarayın dilini anlamamaktadır bile. Onun için de, o dönemin bazı aydınları –Ziya Paşa olduğunu sanıyorum- “Bu ne biçim dildir ki Arap’a söylesen Arap anlamaz; Farisi’ye söylesen Farisi anlamaz; Türk’e söylesen Türk anlamaz” demektedir. Hatta, halkla saray arasındaki dil uçurumunu anlatmak için “Türk’ün köpeği bile köyden şehre gelinceye kadar Farsça havlamaktadır” vurgusu yapılmaktadır.
Tayyip Erdoğan, karşıtlarının geçmişte Çankaya’yı Kâbe’den üstün tuttuklarını söyleyerek toplumun bir kısmını diğerine karşı kışkırtmakta; Osmanlı’nın dilini bile bu amaçla kullanmak istemektedir. “Helvadan put yapmak” tanımlamasını da bu duygusunu pekiştirmek için dillendirmektedir. Oysa put yaratmak Osmanlı’nın ve onun türevi olan zihniyetlerin işidir.
Niyet mezar taşlarını okuyabilmek değildir. İnsanlarımız bunca zamandır böyle bir şeye ihtiyaç duymamıştır. Duasını okuyup geçmiştir. Mezar taşı okumak için bu eğitimin alınmasına gerek yoktur. Toplum, bu güne kadar da mezar taşı okuyamamanın eksikliğinden söz etmemiştir. Öyleyse amaç başkadır. Asıl amaç mezar taşı okumak olsaydı, bunu okumayı inanç olarak önemseyen zihniyet ölülerin mezarına saldırmazdı. (1) Niyet mezar taşındaki Arapça yazıyı okumak olsaydı, o yazıların bu günkü dildeki karşılığı bir tabela olarak yanına yazılır; bu sorun böylece çözülmüş olurdu.
Amaç toplumun belleğini bozmak ve Arapça eğitime temel hazırlamak; kendi iktidarlarından önceki döneme dönüşün yollarını tümüyle kapatmak. İmam hatip okullarının yaygınlaştırılması da, özellikle bir kısım Sünni halkın dini duygularını kullanarak kendi iktidarının ömrünü uzatmak. Dille uğraşmak kolaydır. Asıl zor ve önemli olan, halkın geçim ve sağlık sorunuyla ilgilenmek; bu yönde çözümler üretmektir. Oysa yaşananlar gösteriyor ki, yolsuzlukların ayyuka çıktığı; insan hak ve onurunun ayak altına alındığı bir düzende halk için ve hak için çözümler üretmek olanaksızdır.
Bizler bu işin, yolsuzlukların, vurgunun, talanın ve Kaç(AK) Saray’ın üstünün kapatılması için kullanıldığını söylerken durum daha iyi anlaşıldı. Meğer sorun istihdam sorunuymuş. Yani AKP, bütün bunların yanı sıra diğer yandan da Nur Cemaatinden 150 kişiye Osmanlıca dersi öğretmenliği kadrosu açmak için uğraşıyormuş.
Siyasi iktidar, kendi ürettiği bir paraleli alaşağı etmeye çalışırken, İsmail Ağa Cemaatiyle ve Nur Cemaatiyle kol kola girerek tabanını genişletmekte ve seçimler için oy yatırımı yapmaktadır. Dileriz, asıl işi yalnızca inancıyla ilgilenmesi gereken, devleti ele geçirmek gibi bir amacının olmaması gereken cemaatler, önümüzdeki dönemler için yeni paralel işlevi görmezler.
………………………………………………………
(1)Ankara Karşıyaka Mezarlığında Deniz Gezmiş’in; Datça’da Can Yücel’in; Hacı Bektaş’ta Mahsuni’nin mezarları tahrip edilmişti.