İnsanları mutlu edecek tek çare onlara birbirlerini sevdirmek, karşılıklı maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılamaya yarayan eylem ve davranışlarda bulunmaktır. Dünya barışı içinde insanlığın gerçek mutluluğu, ancak bu yüksek ideal yolcularının çoğalması ile mümkün olacaktır. Eğer sürekli bir barış isteniyorsa kitlelerin durumlarını iyileştirecek uluslararası önlemler alınmalıdır. İnsanlık kurumunun çoğunluğunun refahı, açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları açgözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde eğitilmelidir. (M. K. Atatürk/ 1937)

Köy Enstitülerini köylü öyle bir sahiplenmişti ki 1960’lı yıllarda bile köyümüzde Pamukpınar İlköğretmen Okulunda okuyanlara ‘enüstüde okuyor’ derlerdi. Orada okumak benim için de çok önemliydi. Çalışıp çabalayarak girdiğim o okulu, ideallerle dolu olarak 1972 yılında bitirdim. Son sene bana 16 Mart Öğretmen Okullarının kuruluş yıl dönümünde konuşma görevi verildi. Okul kütüphanesinden yaptığım araştırmada karşılaştığım İsmail Hakkı Tonguç’un şu sözü benim için şiar oldu. “Köylü, üreten ve ürettiğini kendi içinde tüketen olmak durumundan kurtarılmalıdır.” Bu söz beni araştırmaya itti. Onlarca kitap edindim.

Köy Enstitüleri köylerden alıp köylere öğretmen yetiştirme, iş için, iş içinde eğitme anlayışı ile kurulmuş kurumlardı. Yani ithal bir proje değildi. Bu toprakların ürünüydü. Örnek almak isteyenler bizi örnek alabilirlerdi. Biz üreterek öğreten bir kurumu inşa ediyorduk. Hatta tarihçi Ord. Prof. Dr. Enver Ziya Karal bunu şöyle açıklıyordu. “Tarih boyunca Türklerin dünya uygarlığına yaptığı tek özgün katkı Köy Enstitüleri uygulamalarıdır.”

Kurumun önderlerin anlayışına göre köy sorunu başkalarının sandığı gibi mihaniki bir sorun değildi. Köylünün bilinçlendirilmesi sorunuydu. Yani köylü öylesine bilinçlendirilmeli ve canlandırılmalıydı ki hiçbir güç onu kendi çıkarı için kullanamasın. Ona tutsak ve uşak gibi davranamasın. Yani kalkınma köyden başlatılsın.

Atatürk 1937’de Mecliste şunu dile getiriyordu. “ Her Türk çiftçi ailesi geçineceği toprağa sahip olmalıdır. Bunu Meclisin yüce emeğinden beklerim.” Ancak o güne dek CHP’de Aydın milletvekili olan Adnan Menderes çok geçmeden partiden ayrılıyor Demokrat Partiyi kuruyor, 1950’de de seçimleri kazanarak iktidar oluyordu. Sovyetlerin Türkiye’den toprak isteği yalanıyla 1947’de Marschall yardımı alınıyor, Amerikan politikaları yeni iktidar döneminde daha da belirgin hale geliyordu. NATO’ya girmemiz isteniyor, ön koşul olarak da Köy Enstitülerinin kapatılması ve Kore’ye asker gönderilmesi şart koşuluyordu. Çünkü bu zihniyete göre Kore’de komünizme karşı savaş veriliyor, enstitüler de komünisttir, öyleyse kapatılmalıdır.

Bu politikaların gereği olarak Kore’ye 5.900 kişilik bir tugay gönderiliyor, 751 askerimiz ölüyor, 175’i kayboluyor, 2.117’si yaralanıyor, 340’ı tutsak düşüyor, 340’ı da hastalanıyordu.

Oysa Köy Enstitülerinin kapatılması için büyük çaba gösteren Buruki aşiretinin reisi Kinyas Kartal şöyle diyordu. “Biz komünizmin ne olduğunu biliyoruz. Köy Enstitüleri komünist değildi. Ancak bu okullar açılalı köylüler bizden uzaklaştı. Evlilik, askerlik gibi işlerde bize danışmaz oldular. On yıl daha geçseydi ağalığımız yok olacaktı. Biz de Demokrat Parti milletvekilleriyle güç birliği yaparak bu okulları kapattık.”

Oysa büyük bir öngörüyle demiryollarına yakın yerlerde açılan bu eğitim, öğretim ve üretim kurumları 1940 ile 1946 yılları arasında, yan, 6 yılda şunları başarmıştı.

15.000 dönüm tarla tarıma uygun hale getirilmiş.

750.000 fidan dikilmiş.

1.200 dönüm bağ oluşturulmuş.

1.500 büyük inşaat, 60 işlik, 210 öğretmen evi, 20 uygulama okulu, 36 ambar ve depo, 48 ahır ve samanlık, 12 elektrik santrali, 16 su deposu, 12 tarım deposu, 3 balıkhane, 1oo km. yol yapımı gerçekleştirilmiş.

450 milletvekilinden 148’inin katılmadığı bir oturumda (20 Ocak 1954) kapatılan Köy Enstitülerinden 1.308 kadın, 15.943 erkek öğretmen yetişir. Çanakkale Savaşında sembol haline gelen o iki asker gibi bu okullara partal giysiler içinde gelen köy çocukları da altı yıl sonunda kostümlerle bezenmiş olarak ayrıldılar.

13 yaşında utangaç, ürkek bir köy çocuğu olarak girip 1972’de hemen her bakımdan kendine güvenen, okuyan, araştıran, soran, sorgulayan bir genç öğretmen olarak çıktığım Pamukpınar İlköğretmen Okulu da Yıldızeli’ne 5 km. uzaklıktaydı. 700 dönümlük arazinin 400 dönümünde şeker pancarı üretimi dahil tarım yapılıyordu. Sinema salonu olarak da kullanılan yemekhane binası, yatakhaneler, revir enstitü döneminde öğretmen ve öğrenciler tarafından yapılmıştı. Tavuktan damızlık boğaya kadar pek çok sayıda hayvan besleniyordu.

Kütüphanesinde 3.767’si ciltli olmak üzere 4.866 kitap vardı. Pamukpınar Köy Enstitüsü ve öğretmen  okulu kuruluşundan (1941) 1965 yılı Haziranına dek 1.538 öğretmen yetiştirmişti.

Yıllardır katılamadığım Pamukpınarlılar buluşmasına son üç yıldır katıldım. 2018 yazında da 46 yıldır görmediğim okulumu görmeye gittim. Gördüklerim yüreğime taş gibi oturdu. Okulun arazisinin bir kısmı Arhazlar adında bir aileye satılmış. Yeni okul binasının hemen yanına minareli bir cami yapılmış. Birer fidan olarak diktiğimiz çamlar kocaman bir orman olmuş. Yatakhanenin birinin duvarları halen çok sağlam ama çatısı yıkılmak üzere. İşlikten, revirden, müzik ve resim atölyesinden, öğretmen ve öğrenci lokalinden, kütüphaneden eser yok. Yani Sercan Ünsal’ın belirttiği Beşikdüzü’nün, İvriz’in, Pulur’un, Akçadağ’ın başına gelenler Pamukpınar’ın da başına gelmiş.

Oysa Pamukpınar her bakımdan çölün ortasında bir vaha gibiydi. Enstitüden devraldığı mirasıyla bozkırda bir çiçekti. Laik, sosyal bir eğitim kurumuydu. Şunu fark ettim ki düzenin yalakaları, hasta ruhlu bazı insanlar yetmiş yıl önceyi ne denli karıştırırlarsa karıştırsınlar, ne kadar saldırırlarsa saldırsınlar, o binaları ne kadar yıkarlarsa yıksınlar, ülkeye kazandırdığı binlerce Pamukpınar yolcusu enstitü ruhunu korumayı halen sürdürüyor.

(1)- Köyümüzde o okullara halen “Enüstü” (yani  enstitütü) denmektedir.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here