
Muş’un yitirdiği değerler bununla da sınırlı değildi
“Açıldı laleler güller
Uzar gider Muş Ovası
Güzeller kolkola vermiş
Akıp gider Muş Ovası”
Aşık Kerem
24 – 27 Nisan tarihleri arasında, yurdun dört bir yanından gelen kadınlarla Muş ‘ta “Sığınaksız Bir Dünya -Kadın Kurultayı” nı gerçekleştirdik. Oturumlardan yoruldukça Muş’u gezdik.
Lale deyince, sizin aklınıza Gülay Babuşçu (Bizim lalemizi Hollanda’dan ithal eden Türk iş kadını) ya da Lale Devri gelebilir; ancak benim aklıma ateş rengi çiçekler geliyor. Ayrıca kimin ne düşündüğü, lalenin hiç mi hiç umurunda değil…
Muş, başından henüz ak tülbendini atmamış, dik başlı dağların çevirdiği, göz alabildiğince geniş dümdüz bir ovadan ibaretti. Hani derler ya “İnsanı diksen bitecek” cinsinden. Ama şimdi eski Ermeni evleri yıkılmış yerini yüksek ve Muş’u kendi kültüründen uzaklaştıran TOKİ binaları dikilmişti. Ovada sadece bol bol yonca ekiliydi. Nedenini sorduğumda “Devlet yonca ekene destek pirimi veriyor, ondan” yanıtını aldım. Demek ki diyordum içimden, devletin yönlendirmesi oldukça etkiliydi. Halk “Öl” deyince ölüyor, “yürü” deyince koşuyordu.
Biz gelelim Muş lalelerine. Muş tarlalar dolusu, kıpkırmızı lale bahçesi bir kentken, lale soğanları, hoyratça sökülerek yok edilmişti. Şimdi göstermelik bazı yerlerde bırakılmıştı. Özel bir çiftlikte tarlaların bir kısmı lale bahçesi yapılarak, her rengi geliştirilmişti. Bunun içinde ayrıca “Adıyaman Lalesi” denen, ters lale de vardı. Kent halkı, lalenin değerini geç anlamış olacak ki, lale şekline sokulmuş sokak lambası direklerinden tutun da, kentin her yerini lale fotoğrafları ile doldurmuştu. “Muş’un nesi ünlü?” diye sorunca herkes, gözleri parlayarak, onurla “Lalesi” diyordu. “Hani Lale?” deyince de, “Eskiden tarlalar kıpkırmızı laleydi, şu yamaçlar da üzüm bağları. Ermeniler burada yaşarken, arklardan akıtılıyordu şarap, Muş Şarabı dünyaca ünlüydü. Bu yıl Fransa’da yüz beş yıllık Muş Şarabı, rekor bir fiyatla satılarak, birinci seçildi” diyerek yitirdikleri değerler için hayıflanıyordu.
Muş’un yitirdiği değerler bununla da sınırlı değildi. Altmış yıl önce, tiyatrosu olan bu güzel kent, şimdi “Tiyatro” adını bile anmayan bir yere dönüşmüştü. Sanattan hızla uzaklaşan bu halka sanki sanat bilerek unutturulmuş gibiydi.
Konumuza dönecek olursak, Muş lalesi, kentin sert ayazından korunmak, iklime uyum sağlamak için, soğanlarını yerin dört metre derinliğine saklamıştı. Lale zamanı geçince, tarla sahibi tarlasını sürerek, istediği ürünü ekebilirdi, çünkü hiç bir saban dört metre derine inemez, laleye zarar veremezdi.
Doğa kendi içinde böylesine uyumlu yaşarken, sert iklimine rağmen sıcacık insanları görmek tek umudumuzdu. Muş, baharın giysisine bürünürken, karları yavaş yavaş eriyip Murat Suyu’nu ve Karasu’yu coştururken, kadınların birçoğu evinden çıkmıyordu. Sanki kadınsız bir kentti Muş. Yaşam onlara yasak, dünyaları ev içi kadardı sanki.
Kadınlarda erken evlilik yaygındı. Muş kızları, çocuk olamadan anne olmaya zorlanıyordu. Başlık parası, ad değiştirmiş “Süt parası” olmuştu. (“Erkekler süt içmiyor mu?” diye soran olmamıştı.) Kadına değer biçilerek, ana sütü bile helal edilmemişti. Kan davasında barış sağlanmak istediğinde “kadın” karşı tarafa gelin gidiyordu. Kızlar, en çok orta okula kadar okuyabiliyordu. Sonra evlilik yaşı geliyordu. Şimdi de durum değişmemiş, 4+4+4 değirmeni sadece kadını öğütmüştü. Yine de kadının uyanışı engellememişti. Yarısı görev gereği dışarıdan gelenlerden de olsa genç kadınlar “Jin Mahal” adıyla bir kadın kahvehanesi açmıştı. Her ne kadar kahvehaneye erkekler de gelmeye, onları taciz etmeye başlasalar da kadınlar hiç vazgeçmemişti. Bu kadınların inancı, Varto’da HES’ i durduranların direnciydi. Umut kadınlarla çoğalacak, dünya onlarla güzelleşecekti. Çünkü kadınsız dünya, yaşamsızdır; kadınsız bir Muş, renksiz ve ruhsuzdur. Yaşasın Muş laleleri, yaşasın Jin Mahal!