Canlı organizmaların biyolojik olarak evrimleşmesi gibi toplumlar da evrim geçirirler. Bunlar o kadar uzun bir süreç içinde oluşurlar ki biz yaşarken farkında olamayız. Ancak sonraki kuşaklar döneminde anlaşılabilir.

Evrim hep ileriye doğrudur. İnançla da ilgisi yoktur. Yani toplumların, insanların inançlarından bağımsız olarak gelişir. Örneğin değişen koşullara uyum sağlayıp hayatta kalmayı başaran bir organizma evrimleşmeye adaydır ve inançla hiçbir ilgisi olmaz. Yani siz kabul etmeseniz de var olan, devam eden somut bir süreçtir. Ancak insanların, insanlığın bilinçlenmesinden ve gelişmesinden korkanlar bunun bilinmesine engel olmaya çalışırlar. Ya şiddet kullanarak bilinçlenmeyi bastırmaya veya bilinçlenmenin yönünü değiştirmeye; yani toplumu başka tarafa baktırmaya çalışırlar. Sınıfların ortaya çıktığı köleci toplum döneminden beri durum böyledir.

İşte günümüzde kolu kanadı budanarak kuşa çevrilen laiklik de toplumların evrimi sonucunda gelinen bir aşamadır. Özünde laiklik din karşıtı bir kavram olmayıp dinin özgürleşmesini sağlayan, hatta Tanrıyı gökyüzünden yeryüzüne indiren, çıkarcı ve kötü niyetli çevreler tarafından dinin kullanılmasını engelleyen bir hukuk kavramıdır. Aynı zamanda felsefi ve etik bir anlamıyla da hukukun uygulanabilirliğini sağlamak için de büyük etkendir. Bu yönüyle bir üst yapı kurumudur; alt yapıyı, yani ekonomiyi etkiler ve ekonomiden etkilenir. Bu üst yapı kurumunu toplumun yaşamına yeniden sokacak olanlar da laikliği benimseyenler; onun toplumsal barışta, eşitlikte, demokraside yani özgürlüklerin yaratılmasında ve yaşatılmasında laikliğin önemini kavrayanlar olacaktır.

Laiklik, bir aydınlanmadır ve beş yüz yıl önce Ortaçağ zihniyetine ve o dönemde kilisenin egemenliğine karşı verilen bir mücadelenin ürünüdür. Avrupa ülkeleri Rönesans ve reformu uygulayarak laikliğin toplumun ve bireyin yaşamına işlemesini başarmışlardır.

Laiklikte din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması zorunluluğu vardır ama bundan ibaret değildir. Bunun özü ise gerçek ve somut olanla, insandan insana ve inanca bağlı olarak değişenin birbirine karıştırılmaması demektir. Bu durumda bize doğayı, dış dünyayı, anatomik yapımızı tanıtan bilime ve eğitime dinin sokulmaması gerekir. Devlet ve toplum dini kurallardan arındırılmalıdır. Çünkü din sorgulamayı yasaklamaktadır. Oysa insanlık gelişmesini itiraz etmeye, sorgulamaya, kuşku duymaya, araştırmaya borçludur. Bu durumda din bireysel alana ve bireyin dünyasına çekilecek, kişi vicdanındaki yerini alacaktır.

Bir sosyolojik olgu olarak belli yer ve zamanın ürünü olan dinin öğretilmesi skolastik zihniyetlere bırakılmamalıdır. Yalnızca kendi inancınız açısından bakacak olursanız insanların birazının neden siyah olduğuna, inançların farklılığına, aynı kitabı okuyup farklı farklı anlamaya, mezheplerin varlığına inandırıcı bir açıklama getiremezsiniz. Tüm toplumun geleceğinin ve farklılıkların önünü kapatırsınız. İnsanları kendi karanlığına çeken kör durumuna düşersiniz. Bu durumda da insanlar bir kaosa sürüklenir. Toplum bozulur. Kaostan ve bozulmadan halk zarar görür. Laikliğin olmadığı yerde din barınacak yer bulamaz. Alınıp satılan, en çok da siyasetçiler ve dinci çevreler için bir malzeme haline gelir. Kişiye özgü olmaktan çıkar. Sonuç yalnızca birilerinin kirli duygularını, alçak emellerini gerçekleştirmeye yarayan en kullanışlı malzeme işlevi görür. Tarih ve günümüz dünyası bunun örnekleriyle doludur.

Laiklik özgür doğan insanın sonradan ona vurulan zincirlerden kurtulmasıdır. Bu sayede insan aklını kullanma korkusundan kaynaklanan bir vesayetten kurtulur. Cesaret kazanır ve özgürleşir. Gerçeğe ulaşmak için de inanca değil, akla, rasyonel ve bilimsel düşünceye gereksinim vardır.

Laiklikten uzaklaşmak, egemenler ve çıkar çevrelerince kabul edilmese bile toplumu teolojiye, din devletine götürür. Bu da işsizlik, eşitsizlik, adaletsizlik, doğa yağmacılığı, yolsuzluk gibi hayati sorunların gözden saklanmasına hizmet eder. Doğanın yağmalanmasının da varacağı sonuç canlı yaşamının ve insanın varlığının sona ermesidir. Önemli olan, halkın kendisi için, çocuklarının geleceği için, hayatı var eden doğanın korunması için sorunu görmesi ve çözümünü sahiplenmesidir.

Bakın emekli Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk 12.03. 1994 günlü Milliyet gazetesinin 21. sayfasında laiklik ile ilgili ne yazmış:
“Laiklik günümüzde, felsefi ve ahlaki anlamlarından çok hukuksal/siyasal açıdan algılanmaktadır. Somut yaşama da bu anlamda yansıtılmaktadır. Buna göre hukukun ve siyasal otoritenin kaynağı insan aklıdır; insan aklının öğrettikleridir. Değişmez nitelikteki dinsel dogmalar değildir.

Laiklik din karşısında devletin zorunlu yansızlığıdır. Çünkü:

1- Teokratik devlette din ve vicdan özgürlüğü devletin bir lütfudur. Her an geri alabilir. Oysa laik devlette bu özgürlükler, inanan ve inanmayan herkes için birer haktır. Herkes dinsel kimliğini kendisi belirler. Devlet onu sorgulayamaz. Denetleyemez. Sicillere işleyemez.

2- Devletin dini olmaz. Din bireyler içindir. Devletin dini olursa din eğitimi de laik devletin gözetiminde olur. Laik devlette dini eğitime karışılmayacak; inananlara ve örgütlerine bırakılacaktır. Yani din ile bilim karşı karşıya getirilmeyecektir. Bireyler inancıyla ilgili bilgi edinme özgürlüğüne sahip olacaktır.

3-Laik devlette din, tapınma ve vicdan özgürlükleri; etik değerler kamu düzeni ve kamu sağlığıyla çatışmadıkça özgürdürler.

4- Laik devlette gücün kaynağı Tanrısal olmaktan çıkmış halk iradesine dayandırılmıştır. Hukukun temelleri de dinsel dogmalardan arındırılmış, insan aklının ürettiği kurallara dayandırılmıştır. Bu kurallar çağdaş bilimin ışığında toplumun gereksinimlerine göre değişebilmektedir. Hukuk da ancak toplumsal gelişmeye ayak uydurabildiği ölçüde başarılı ve kalıcı çözümler üretebilir. Oysa dinsel hukuk kuralları tanrısal ve dokunulamaz olduklarından değiştirilememekte, bu yüzden de toplumsal gelişmeye ayak uyduramamaktadırlar.”

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here