Niyetim yalnızca Kurban Bayramı ve bayramın ülkemizde yaşanma biçimiyle ilgili bir şeyler söylemek değil.
Bununla birlikte, “kurban” ve “kesmek”le ilgili olarak, bu bayramda özellikle kendimde olduğunu fark ettiğim içsel değişimden söz etmek istiyorum.
Bayramın ilk günü. Antalya’da Mazı Dağı’nda evimizdeyiz. Akdeniz güneşi pürenleri daha da güzelleştiriyor. Birkaç gündür okuyamadığım Birgün gazetemi okumaya; o sessiz ortamda kendimi dinlemeye; zihnimi ve yorgun bedenimi dinlendirmeye çalışıyordum.
Birden dışarıdaki seslerin çoğaldığını fark ettim. Balkon kapısını açtım. Bir de ne göreyim? Komşu sitenin boş arsa kısmında birkaç yetişkin erkek, birkaç kadın, sekiz on yaşlarında birkaç çocuk; ortalarında kafası gövdesinden ayrılmış siyah bir sığır.
Birden üzüntü ile öfke karışımı bir duyguya kapıldım. Televizyonlardaki belgeseller geldi gözümün önüne. O sığır bir ceylan; çevresindekiler bir yırtıcı sürüsü gibi bir şeyler geldi oturdu zihnimin ortasına. Dayanamadım. Bir şey yapmalıydım.
Önce balkona çıkıp “Nasıl kıydınız?” diye bağırmayı düşündüm. Olmazdı. Çünkü o insan inancının gereğini yapıyordu. O taraftan bakınca vazgeçtim. Buna hakkım olmayabilirdi. Beni yanlış anlayabilirlerdi. Görmemek için kapıyı, pencereyi kapattım.
Çocukluğumun bayramları geldi aklıma.
Çocukluğumuzda, diğer bayramlar gibi bu bayramı da heyecanla beklerdik. Kurban kesilirken yanında da bulunurduk. Hatta yetişkinler, kurbanın veya adağın kanından alnımıza da sürerlerdi. Ama halen, o kanın alnımıza neden sürüldüğünü bilmiyorum. Bir anlam veremedim. Hatta Alanya’da öğretmenlik yaptığım köylerde, bir kez siyah bir kuzuyu kurban ettiğimizi bile anımsıyorum. Beslediğimiz tavukları bile ben keserdim. Ama şimdi tavuğu kesemem. Kesmem. Et yememeye bile razı olur; yine de o cana, canlıya kıyamam. Kıymam.
Bu düşünceler içinde gidip gelirken bir ara kendime geldim. Kepez Belediyesini aradım. Bir görevliyle görüştüm. “ Böyle ulu orta hayvan veya kurban kesilmemesi gerektiğini; belediyenin kesim yerleri olduğunu; oralarda bu işin yapılması gerektiğini; ayrıca iç organlarının da apartmanımızın hemen önündeki çöp kutusuna atılabileceğini; durumun bir kirlilik ve sağlıksızlık ortamı oluşturacağını; belediyenin bir ekip göndererek uyarabileceğini; böylelikle önümüzdeki yıllarda aynı yanlışa düşülmesinin önlenebileceğini “ söyledim.
Görevli beni dikkatle dinledi. “Benzeri olaylarla ilgili olarak bugün telefonla yüzlerce ihbar aldıklarını; gerekli çabayı gösterdiklerini; belediyenin kesim yerleri olduğunu; yine de önleyemediklerini; bir ekip göndereceklerini söyledi.” Karşılıklı “İyi bayramlar!” dileyerek telefonu kapattık.
Bir süre sonra ikinci bir büyük baş hayvan daha kurban edildi. Kapıyı, pencereyi açmadan bir mahkum duygusu içinde bekledim.
Birkaç saat sonra kapıyı, pencereyi açtım. Değişen bir şey yoktu. Yine her şey ulu- orta yapılıyordu. Kemikler ona göre kırılıyor; etler ona göre paylaşılıyordu. İç organları ortada bırakılmıştı. Hatta bize oldukça uzak Genpa alış veriş merkezinin yakınındaki çöp kutusunun kenarına da bir başka hayvanın iç organları rastgele, poşete konmadan atılmıştı. Onu da akşama doğru gördük.
Peki ben neden yapamıyordum? Çöpümü ortaya atamıyor; canlıya kıyamıyordum. Bir hayvanı yaralı iken gördüğümde içim eziliyordu. Hele bir çocuğun; bir yaşlının; bir kadının bir kaza sırasında hafifçe bile yaralandığını görsem –yaralanan benmişim gibi- canım acıyordu. Yıllar boyunca yaşadığım hayatın beni bu noktaya getirdiğini bayram günü bir şok yaşar gibi daha çok fark etmiştim.
O gün bir şeyi daha fark ettim: Yaşadığınız hayat sizin düşüncenizi belirliyordu. Yani bir olay karşısında, maddi varlığı güçlü biriyseniz başka düşünüyorsunuz; ekonomik olarak zayıf iseniz başka. “Sarayda yaşayan başka düşünüyordu; kulübede yaşayan başka!” Ve“Değişim içeriden açılan bir kapıydı!” O da eğitimle ve zamanla ancak gerçekleşebilirdi. Yani, kısaca insanlığın işi zor; yolu uzundu.
NOT: İkinci günün sabahında, televizyonlarda ve internet sayfalarında İstanbul’un Beylerbeyi sahilinde denizin epeyce bir kısmı halen kıpkırmızı görünüyordu.