
Biliyorum “keşke ağacı yeşermez” ama, benim “keşke”lerim çoğaldı.
Bundan beş-on yıl öncesine kadar böyle çok değildi. Ya yaş altmışı geçince, yani yolun sonuna doğru yaklaşınca yaşanmamışlıklar iyiden iyiye fark ediliyor, ondan; ya da içinde yaşadığımız hayat öylesine makineleşti, maddeleşti ki, yaşayamaz olduk, ondan! Herkes kendini bu dallardan birine kondursun. Ben ikisine sitem ediyorum ama en çok hayatın bu hale gelişine, getirilişine sitemim var.
Nasıl olmasın!?
Yıllar önce, örneğin günde beş tane Özge Can öldürülmüyordu. Çünkü o zamanlar, o zaman da var olan eşitsizliğe karşın kadın eşti, sevgiliydi. Onun yaşaması uğruna, seven kendi hayatını feda ederdi. Can almak ne demek, “Kazın mezarımı dört yol üstüne/ Yar gelip geçtikçe bana can gelir” denirdi. Öldürmez, hatta öldükten sonra bile sevdiği kadın mezarının yakınından geçse, kendisine can geleceğini hayal ederdi. Bu makine düzeni, egemenler, devletin adamları her şeyi öyle bir maddeleştirdiler ki, ortada duygu diye bir şey kalmadı. Her şey alınır-satılır oldu.
Nasıl olmasın!?
Hayatın amacı, sınav kazanmaktan tutun, trilyonları kazanmaya kadar, “ne olursa olsun kazanmak” oldu. Evler, apartmanlar, “lastik ayaklı demirden karıncalar” yani arabalar kazandık. O kutuların içinde birbirimizden habersiz yaşadık. Yüz elli haneden oluşan köyümüzde, telefon bile olmamasına rağmen, köyün en öte ucunda yeni doğan bebekten bile aynı gün haberimiz olurken, kentlerde, üst katımızdaki ölen komşumuzdan iki gün haberimiz olmadı. Otomobillerimiz, içinde tek kişinin oynadığı oyuncaklarımız oldu.
Nasıl olmasın!?
Zenginlerimiz biner biner çoğalırken yoksullarımız milyonar milyonar çoğaldı. Yollar, sokaklar dilenen soluk benizli kadın ve çocuklarla doldu. Örneğin, Antalya Eğitim ve Araştırma Hastanesi ile Defterdarlığın arasındaki iki yüz metre uzunluğundaki caddede onlarca başı örtülü, ayağı lastik ayakkabılı, şalvarlı köylü kadınları, bu kış gününde, bir avuç badem, bir avuç fındık, bir avuç üzüm ve bir-iki demet dağ çayını satabilmek için akşama kadar yalvaran gözlerle bakıyorlar gelip geçen insanlara.
Nasıl olmasın!?
Yıllar önce, yollar, köprüler, daha çok Kara Yolları Genel Müdürlüğü, Devlet Su İşleri, şimdi adı bile unutulmuş olan Yol Su Elektrik gibi kamu kurumlarınca yapılırken şimdi taşeron şirketler veya taşeronun taşeronları tarafından yapılıyor. O zamanki hizmet duygusunun yerini şimdi bu şirketlerin ne kadar kazandığının ve bu yapının siyasi iktidar için ne kadar oya dönüşeceğinin hesabı yapılıyor.
Nasıl olmasın!?
Artık köylerde tarımsal üretim ve hayvancılık yapılmıyor. İnsanların köylerinde yaşamalarının koşulları oluşturulmayınca, yani 700-800 haneli, yolu, suyu, elektriği, sağlık ocağı, lisesi, sineması, tiyatrosu olan beldeler yaratılmayınca insanlar kentlere akın etti. Kentlerde yeni ve çok şeyden yoksun köyler var edildi. O insanlar, kendilerini halen o kente ait hissetmiyorlar; rüyalarında halen köylerini görüyorlar. O insanlar, halen öldüklerinde doğup büyüdükleri köylerin toprağına gömülmek istiyorlar.
Nasıl olmasın!?
O yıllarda kapılarımızda kilit yoktu. Kilide gerek duyulmazdı. Örneğin, 1972’de Alanya’nın Beldibi İlkokulu’na, Başköy’e öğretmen olarak geldiğimde, oturduğum lojmanın kapısında –yeni evlenmiş biri olmama karşın- kilit yoktu. Oysa günümüz dünyasında hiçbir kilit; hiçbir güvenlik kamerası insanların kendilerini güven içinde hissetmelerine yetmiyor. Her güvenlik bir kilit yaratıyor. Sürekli hem birbirini engelleyen ve birbirini besleyen bir döngü; geri dönüşü olmayan bir çıkmaz sokak.
Yani, “bindik bir alamete, gidiyoz kıyamete!..”