İnsanlar doğar, yaşar ve ölürler. Her canlının kaderidir bu. Doğmak veya doğmamak bizim irademize bağlı değildir.
Bir doğal sürecin sonucudur. Doğar doğmaz da geri sayım başlar. Ama bir saniye sürer, ama yüzyıl:
“ Doğunca başlıyor geriye sayım.
Sorgulayın, yargılayın “Ben neyim?”
Sisteme köleyim, kendime beyim.
Düşünüp de kendinize geliniz.”
Her an, her gün, ömür denilen koca ağaçtan dökülen birer yapraktır. Bir de bakarız ki yolun sonuna gelmişiz:
“ Koparız hayattan günü gelince,
Elbet sonsuzluğa yürürüz bir gün.
Kupkuru dal gibi, toprak altında
Börtüyle, böcekle dururuz bir gün.”
Asl’olan doğumla ölüm arasındaki kısa veya uzun yoldur. O yolda kimimiz yalnızca kendimiz için uğraşırız. Yol bitince de iz ve toz bırakmadan yok olur gideriz. Kimimiz de kendimizi insanlığın bir üyesi sayıp; kendimizden ayrıca insan için veya insanlık için bir şeyler yapmaya çalışırız. Çünkü biliriz ki “İnsanın gerçek değeri, insanlara karşı beslediği duygularla, iş ve davranışlarla, bir onlarla kurduğu ilişkilerle ölçülür.”
“ Her yanlışın çetelesi tutulmaz.
Zengine uzağız, halka yakınız.
Ben de bir insanım eksiğim çoktur,
Toplum için yaptığıma bakınız.”
İşte Neşet Ertaş da o gerçek değerlerden biriydi. Onu çok geç tanıdık. Ekranlardan, boyalı basından bize sunulan – bir anlamda da dayatılan – eciş-bücüş takımını; paranın ve şöhretin soytarılarını izlerken onu gözden kaçırdık. O, çokça karşılaştığımız insan tiplerine, sanatçı ve politikacı tiplerine hiç benzemiyordu. Bir gün Deli Dumrul, bir gün Mevlana değildi. Hep Mevlana’ydı. Hep Yunus’tu. Hep Karacaoğlan’dı. Herkes “yalan dünya”ya bağlanırken, o ölümden sonraki dünyaya yöneldi. Para-pul; han- hamam derdinde olmak yerine kendi varlığıyla, hayat tarzıyla, türküleriyle kalıcı olmayı yeğledi. İnandığı gibi yaşamayı yeğledi. Nereden geldiğini; kimin nesi olduğunu hiç unutmadı. Kendisini var eden babasının “ayak ucunda” olmayı vasiyet etti. “Tevekkül” sahibiydi. Yüzü hep halka ve hayata dönüktü. Devleti değil halkın sanatçısı olmayı seçti. Öylelikle “ yaşayan insan hazinesi” olarak kabul edildi. Bu vahşi sistemde, insan hazinesi olmak ve insan kalmak kolay değildi.
Öyle ya! O, yaşayan insandı. Bizden biriydi. Biraz gözlemleyecek olursak pek çok insan gerçek anlamda yaşamıyordu ki! Yalnızca, bir nesne gibi var oluyordu. O, hazineydi aynı zamanda. Teknoloji, falan-filan diyerek vahşi kapitalizmin bize sürekli pompalamaya çalıştığı “satın al”; “tüket”; “yenisini satın al” sarmalına kapılmayan ve o nedenle de satın alınamayan ve hiç tüketilemeyen bir hazine..
Bir Neşet Ertaş daha çıkar mı bilmem ama Kırşehir yastaymış. İzmir- Karabağlar Yunus Emre Mahallesi yastaymış. İnanıyor ve diliyorum ki, adı mahalleye, yola, sokağa verilir de ılgıt ılgıt esen rüzgarla da her tarafa “yaşayan insan hazinesi” yayılır.
NOT: Antalya’daki Kırşehirlilere tüm Neşet Ertaş severlere baş sağlığı diliyorum.