20 Şubat 2014 günü, yani dün Akdeniz Üniversitesi Olbia salonunda “Edebiyatımızda Kadın Gerçeği” konulu bir panel vardı.
Konuşmacılar Betül Dünder, Emel İrtem ve Süreyya Filiz idi.Kamile Yılmaz, oturumun yöneticisi olarak gülen yüzüyle ortaya yerleşti. Kendine güvenen haliyle, yazılı bir metne bağlı kalmadan konuşmaya başladı:
“Kadın 1990’lara kadar; aşık olunan, uğruna şiirler yazılan, erkeği baştan çıkaran bir nesneydi. Yüz yıl kadar, kadın kendi yazdığı şiirinin altına adını bile yazamıyordu. Yazdığı öyküleri, bir erkek adı yazarak ancak yayınlatabiliyordu. Oysa Anadolu’da kadın duygularını oyaya, kilime nakış nakış, renk renk işleyerek şiirleştiriyordu. Kör gözler, kendisinin göremediğini yok sayıyordu” dedi.
Arkasından,” kadının Nazım ile şiire; Orhan Kemal’le romana özne olduğunu; 1990’da sonra, artık avcıların değil, aslanların, yani kadınların -bir emekçi olarak- kendi tarihlerini yazmaya başladıklarını” ve ancak o zaman edebiyatta birey olabildiklerini” söyledi.
Konuklarını tanıtarak, sözü onlara bıraktı.
Yüksek bir ayakkabı ökçesine benzeyen büyüklükteki yüzüğüyle, Süreyya Filiz, “edebiyatta kadın olmak değil, edebiyatta insan olmak tanımlaması” doğrudur” dedi.
“Ailede kadın proleterdir” diyen Engels’in ve “Kadın ne bir azınlıktır, ne de ayrı bir kategori. Kadın, insan olmanın diğer adıdır” diyen Anna Maria İdrac’ın, aklıma yatan anlayışıyla açıklama getirmek istedim ve durumu, söz alarak şöyle açıklamaya çalıştım:
“ Sayı olarak dünya nüfusunun yarısına yakınını oluşturmalarına karşın, en başta parlamentolar olmak üzere, hayatın her alanının erkekler tarafından düzenlendiği bu ortamda kadınlar, daha dünyaya gelir gelmez bile yenik durumdalar. Birkaç adım geriden başlamaktalar hayatı yaşamaya. Ailede hep ikincil durumdalar. Hizmet almazlar, hizmet verirler. Onlara hep bedensel anlamdaki kadınlıklarını gizlemeleri söylenmiştir. Bunun en çarpıcı örneğini “adet görme” ve” sünnet olma” olayında yaşarız. Yani erkeğin, sünnet olması davulla-zurnayla topluma duyurulurken, kadının adet görmesi gizli gizli yaşanmaktadır. Oysa, sünnet olan çocuk, yapay bir şekilde, daha baştan “erkekliğe adım atma” sözleriyle kışkırtılmaktadır. Tam tersine kadın, işin doğası gereği, adet görmeye başladığı andan başlayarak zaten anne olmaya adaydır. Bununla, kadın olma yeterliliğine ulaşmanın da davulla-zurnayla duyurulması gerektiğini söylemek istemiyorum elbette. Asıl söylemek istediğim, erkekliğin de, kadınlığın da, kendi doğal süreci içinde yaşanması gerektiğidir. “Kışkırtılmış Erkeklik, Bastırılmış Kadınlık” (*) dünyasında, bu yönüyle de eşitliğin sağlanmayacağıdır.
Yani, hiçbir alanda ve hiçbir şekilde yarış olmaması gereken hayat, eşitsizliğin egemen olduğu bu ortamda, eşitlerin yarışı biçiminde devam edemez. Başından bir yarış gibi düzenlenmiş bu hayatın içinde kadınların, edebiyat, spor, bilim ve mesleki alanlardaki başarıları,-proletaryanın başarısı olarak algılanmalı- erkeklerin aynı alanlardaki başarılarından çok daha önemsenmelidir. Çünkü daha zor koşullarda, “diş ile,” tırnak ile” kazanılanlar özü itibarıyla da önemlidir.”
Bu kadar ayrıntıya girememiştim ama, “cins ayrıcalığı”nın daha somutlaşabilmesi ve konunun daha iyi anlaşılabilmesi için de, erkek olan S. Süreyya Önder ile kadın olan Süreyya Filiz’in başarılarının aynı tartıda tartılmaması gerektiğini anlatmaya çalıştım. Yani isimleri aynı olup, biri erkek, diğeri kadın olan iki Süreyya’nın başarısı, bir değerlendirmeye tabi tutulacaksa, kadın olan Süreyya’nın başarısı daha önemli bulunmalıydı. O nedenle de, “edebiyatta insan olmak” diye konu genelleştirilirken, “edebiyatta kadın olmak” da bir olumsuz niteleme olarak değil, olumlu bir niteleme olarak algılanmalıydı.
………………………………………………
(NOT: Oturum bittikten sonra, Karacaoğlan’ın şiirlerindeki kadının, özne mi, nesne mi olduğunu düşünmeye başladım. Bunun yanıtını da, Karacaoğlan’ın adını besmele ile ağzına alan değerli duygu adamı, söz ustası ve şair Şükrü Erbaş’ın en doğru verebileceğini düşünüyor ve en kısa zamanda kendisinden öğrenmek istiyorum).
…………………………………………………………
(*) Erdal Atabek’in kitabı
Hasan Göztepe