
“Bir yok etme aracı olan savaş, komutla adam öldürmektir.
Aslında insan vicdanının kabul etmeyeceği yanlış ve iğrenç bir cinayettir. Cinayetin –idam olayında olduğu gibi- yasalar eliyle ört-bas edilmesinden başka bir şey değildir. Ve her savaş insanlığın ilerlemesini engelleyen kötülük zincirine bir halka ekler. Albert Einstein” (*)
…………………………………………………
Masa Dağı’nda bir şeyler okumaya ve yazmaya çalıştığım masamdan, dışarıya bakıyorum: Sitedeki yedişer kattan oluşan iki blok apartmanın arasından yeşil, küçük tepe görünüyor. Tepeciğin eteğinden ve iki apartmanın arasından geçen asfalt yolu ve arabaları izliyorum. Bir an doğaya ne kadar yakın ve ne kadar uzak olduğumuz düşüncesine kapılıyorum. Yakınız, çünkü elimizi uzatsak değecek gibi. Uzağız, çünkü onu ayağımızın altına alıp üstüne onu yok sayan ve giderek yok eden gökdelenler dikmişiz.
Bir an bu duygudan sıyrılıp ülkemin gündemine dönüyorum:
Devlet, “kardeş” dediği halkın Varto’da, Silvan’da, Yüksekova’da dağını-taşını ateşe veriyor; sokağa çıkma yasağı ilan ediyor; sözün tam anlamıyla “evini başına yıkıyordu.” Halkın çocukları, bir emirle birbirini öldürüyor, her gün ocaklar sönüyordu. Yürekler yanıyor, her taraftan evlat cenazeleri geliyordu. Diğer taraftan da, öldürülen insanların cenazeleri on üç gün boyunda sınırdan içeriye sokulmuyor, ailelerine teslim edilmiyordu. (**) Kadın militanın çıplak bedeni, savaş hukukunda bile yeri olmayan bir anlayışla, bir kedi ölüsü gibi sokağa atılarak sergileniyordu.
Kabul etmek gerekir ki, ülkemizde otuz yıldır sürmekte olan kirli bir savaş vardı. Aslında hiçbir kazananı olmayan; arkasında ölüler, dullar, işsizler ordusu ve yıkılmış kentler bırakan “SAVAŞ”ın temizi var mıydı?
Bu kirli savaşta, bir kısım insanlar, içinde ölümler, acılar taşıyan “vatanın nasıl sağ olacağını” düşünemeden, iktidarların yarattığı kaos ortamında, ucuz vatan savunuculuğuna nasıl soyunuyorlardı?
Adına “çözüm süreci” denen üç yıllık zamanda bir tek asker veya sivil cenazesi yokken ne oldu da birdenbire ülkemizin her tarafı kan ve barut içinde kalıyordu?
Bu kirli ortamda, tüm acılarına karşın bir kısım şehit yakınlarının ve tüm acılı ana-babaların “şehitliği”, sorgulamaya başlamaları gerekmez miydi?
“Bunca can kaybına, bunca acıya karşın vatan nasıl sağ olabilirdi?”
“Şehitler ölmez; vatan bölünmez” diyorlardı. Öldürerek vatanın bütünlüğü nasıl korunabilirdi?
“Neden şehit olanlar hep yoksul halk çocuklarıydı?
Neden bir baba “On sekiz bin lirası olmadığı için bir oğlunun askere gitmek zorunda kaldığını söylüyordu?
“Asker veya sivil- devleti yönetenlerin çocukları neden şehit olmuyordu?”
“Bu insanlar, peygamberle aynı yerde, yani cennette olmak kadar yüce bir rütbeye sahip olmaya, yani şehit olmaya neden bu kadar uzak duruyorlardı?”
Bülent Arınç “şehadet”in yüceliğinden söz ediyor; Bakan Taner Yıldız “şehit olmak” istediğini söylüyorken, Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan da, Osmaniye’de toprağa verilen şehit askerin cenazesinden sonra askerin ablasıyla telefonda konuşurken nasıl “Senin kardeşin de asker olmasaydı” diyebiliyordu?
Yoksa zurnanın zırt dediği yer burası mıydı? Devlet adamına düşen şey halkının acısını paylaşmak; evlat acısı yaşayan ana-babaların yüreğindeki ateşe bir damla su serpmek değil de, yaraya bir de bıçak sokup kanırtmak mıydı?
Ayrıca insan, şehit olmanın büyüklüğüne gerçekten inanıyorsa bunu söyler miydi, söyleyebilir miydi? İnsan, peygamberle aynı yerde ve aynı yüksek derecede olduğuna inandığı şehidin yakınına bunu söylemeli miydi?
Bu sözler ya inançsızlığın; ya da peygamberle aynı yerde ve cennette olan insana saygı duymamanın tescili değil miydi?
İnanmak demek, inancına uygun davranmak demek değil miydi?
Yani adamlar bağıra bağıra, yüksek sesle “İnanmıyoruz” demiyorlar mıydı? Şu tavrıyla ve tercihiyle de halkımızın bir kısmı da halen “Hayır, inanıyorsunuz” diyerek traji-komik bir duruma düşmüyor muydu?
Şu son cümledekilere bakıp ” Aziz Nesinlik bir komedi” demeye, acılı insanların acılarını hafife almak olarak anlaşılır diye dilim varmıyor ama başka son söz de bulamıyorum. Biliyorsanız siz söyleyin olur mu?
(*) Ekmek Arası: sayfa 75
(**)”Gelibolu” Belgeselini izlerken de, ölüleri gömmek için 8 saatlik ateşkes ilan edildiğini öğreniyorum.