“İnsanda birlikte olması mümkün olmayan üç şey vardır:
Akıl, dürüstlük ve Nazilik(faşistlik). Bir insan hem akıllı hem faşist olabilir. Bu durumda dürüst değildir. Bir insan hem dürüst hem faşist olabilir. Bu durumda akıllı değildir. Bir insan hem dürüst hem akıllı olabilir. Bu durumda da faşist olamaz.”
Gerhard Bronner
İş hayatımı veya diğer günlük özel yaşantımı sürdürürken- zamanım ve fırsatım varsa – hep aynı yolu kullanmamaya; başka yolları da denemeye çalışıyorum. Bu sözlerden, “gizli ayaklar”, “yasa dışı yollar” anlaşılmasın. Söylemek istediğim yollar, tamamen yaya yolları veya taşıt yolları.
Bunu Antalya’da mali müşavir İsmail Uluğ’dan duyunca ve bir gazeteden de okuyunca, doğruluğuna daha çok inanmaya başladım. Hep aynı yolu izleyince ve hep aynı davranışı gösterince zihin “arayış”a geçmiyormuş. Yeni veya farklı bir yol-yöntem zekâyı uyanık tutuyormuş. Bana oldukça doğru görünüyor. Çünkü “Kişi rahatlık içinde olunca, düşünce uykuya dalarmış”
Kim bilir, belki de, bu denli gelişmeleri huzursuz ve mutsuz insanlara borçluyuzdur.
30 Mart yerel yönetim seçimlerinden hemen sonra –öncesinde olduğu gibi- ülkemizde yaşananları konuşuyorduk. Halk otobüsünde yalnızca, benim ve sürücünün olduğu ortamda başlayan konuşmalar, yolcu sayısının giderek artmasına karşın da sürdü. Sürücü, CHP’li Belediye Başkanı Mustafa Akaydın’ın, “akademisyen olduğu için halkla iyi ilişkiler kuramadığını, dolmuşçuların sorunlarına ilgisiz kaldığını, çok istedikleri halde kendileriyle bir kere bile toplantı yapmadığını, kendisi gibi olanların ve ailelerinin oylarını alamadığı için de seçimi kaybettiğini” söyledi. O alanda kendince haklı olabilirdi. Ama düşünemediği veya ön yargılı olduğu için de hesaba katmadığı bir şey vardı:
Alanya’nın, Gazipaşa’nın, Gündoğmuş’un, Korkuteli’nin ve Kaş’ın adı-sanı duyulmadık köylerindeki seçmenlerin; adını-sanını duymadıkları ve bilmedikleri Mustafa Akaydın’a, Menderes Türel’e Antalya Büyükşehir Belediye Başkanlığı için oy kullanmaları ne kadar doğruydu?
Bunun her iki taraf için de hem doğru olabileceği, hem de doğru olmayabileceği düşünülebilir. Ama gözden kaçan ve akıllardan uzak tutulan bir başka şey daha var: Kırsal bölgelerde ve küçük mülkiyetin ağırlıklı olduğu yerlerde din, halkın hayatında büyük yer tutar. “Damardan giren” sağ partiler de buralardan hatırı sayılır oy toplarlar. “Ne olursa olsun kazanmaya” endekslenmiş olan AKP, şeytanın aklına bile gelmeyecek bir unsuru gündeme getirmiş; köylerin de “büyükşehir belediye başkanlığı” için oy kullanmalarını sağlamış; TBMM’deki sayı üstünlüğünü burada da kullanarak işi yasal ve sürekli hale getirmiştir. Yani AKP, zihnini bu anlamda hep açık tutmuş, hep uyanık kalmıştır. Kaldı ki biraz sosyoloji okumuş olanlar bililer ki, kapitalist sistemde, egemenler ve diktatörler hep aç, işsiz ve eğitimsiz insana gereksinim duyarlar. Çünkü sistemin beslendiği kaynaklardan birisi de burasıdır.
Ayrıca, seçimlere ve sayımlara ilişkin de epeyce şaibe var. Toplumun büyük bir kısmının vicdanında da sonuçlar aklanmış değil.
………………………………………………………………………………………………………
Yolun yarısına ancak gelmiştik ki, sürücü, nereden esinlendiğini, nereden estiğini bilemediğim, “kaya yuvarlar” gibi bir söz söyledi:
“-Ben, bir heykelin karşısında saygı duruşunda duramam!”
Düşünsel anlamda kaba bir Atatürkçü değilim. Statükocu, gardıropçu değilim. “Sakallı”nın dediği gibi, “olayları ve düşünceleri, ortaya çıktığı yer ive zamanı dikkate alarak değerlendirmeye” çalışıyorum.
İşin özünü kavramadan, bir yandan adına heykeller dikilerek aslında küçülttükleri; diğer yandan Nazım Hikmet’in, adına “Sarışın bir kurda benziyordu” şiirler yazdığı; yeryüzünde kapitalistinden sosyalistine pek çok önderin adından halen saygıyla söz ettiği; Lenin’in, verdiği “Anadolu Kurtuluş Savaşı”nı kutsadığı Mustafa Kemal için bir şeyler söylemek zorunluluğu ve sorumluluğu duydum:
“Bak delikanlı! Görüyorum ki sen gerçekte neye saygı duyduğunun bilincinde ve farkında değilsin. Sen aslında bir heykelin karşısında saygı duruşunda durmuyorsun. Sen bir fikrin, bir simgenin karşısında saygı duruşunda duruyorsun. İstersen, bunu bu yolculukta ve arabada, yolcuların arasında değil; daha uygun bir ortamda konuşalım.” Dedim.
Sürücü de güleryüzle onayladı. Sözü tadında bıraktık. Yolculuk bitince de ayrıldık.
Aynı kişiyle, belki de bir daha konuşma fırsatımız olmayacak. Ama, düşünmeye başladım:
“Her yıl Hac görevini yerine getirenler, Kâbe’ye taşları görmeye mi gidiyorlardı? Yoksa, dünyevi ve uhrevi bir inancın önderinin, yani peygamberin düşüncelerinin ve hayat felsefesinin karşısında saygı duruşunda durmaya mı gidiyorlardı? Hepsi bir yana, her bayramda bu dünyadan ayrılmış olan ana-babalarının mezarına gittiklerinde mezar taşlarını mı ziyaret etmeye gidiyorlar; yoksa kendilerini dünyaya getiren, onlara hayat ve emek veren birilerine minnet ve şükran duygularını mı tazelemeye gidiyorlardı?”
Anladım ki, hayat tek boyutlu ve tek yönlü bir olgu değil. Hep aynı yerden ve aynı açıdan bakarak doğru algılanamıyor ve doğru yaşanamıyor. Bazen empati yapmak, kendimizi “öteki”nin yerine koyarak düşünmek gerekiyor. Ve hep aynı yoldan giden, başka alternatif yolları denemeyen –bizim dolmuş sürücüsü gibi- insanların, düşünce sistemleri zamanla tembelleşiyor; kullanılmayan organ gibi dumura uğruyor.