Bana göre “halk” veya “millet” kavramı bilerek veya bilmeyerek karıştırılıyor.

Bazen “halk” sözcüğünün kullanılması gereken yerde “millet”; “millet” sözcüğünün kullanılması gereken yerde de “halk” sözcüğü kullanılıyor.

“Millet” aynı coğrafi sınırlar içinde yaşayan; ortak tarihsel geçmişe sahip olan; aynı dili konuşan; aynı dine inanan; aralarında gelenek-görenek birliği olan insanlar topluluğu olarak tanımlanırdı. Bunlardan, birinin eksik olması “millet” kavramının oluşumuna engel sayılırdı. Yani, aynı coğrafyada yaşıyoruz ama Kürtler aynı dili konuşmuyor. Şimdi Kürtleri ayrı bir millet mi sayacağız derseniz; evet Kürtler ayrı bir millettir. Temel unsur olan dil ayrılığı vardır. Balkanlardaki Türkleri, ayrı bir yerdeler diye Türk saymayacak mıyız diye sorarsanız da, Türk sayacağız. Çünkü dil birliği var. Dil, binlerce yılda oluşan bir olgu. Coğrafi sınırlar ise, insanlar –özellikle egemen olan küresel güçler- tarafından çizilen yapay bir kavram. İşte, günümüzde Orta Doğu’da sınırlar yeniden çizilmeye çalışılıyor.

Bu biraz da uzmanlık isteyen bir konu. En iyisi ben sınırımı bileyim ve çizmeyi fazla aşmayayım.

“Halk” bazen bir ülke insanının çoğunluğunu anlatmak için; bazen de, egemenlerin veya “aydın” olarak tanımlanan kesimin dışındaki insanları anlatmak için kullanılır. Aydın ise, çoğunluğun yaşam tarzından ayrı bir yaşam tarzına ve düşünce tarzına sahip olan insanlar olarak anlaşılır. Bu yönüyle biraz da ayrı bir sınıf gibi algılanır.

Evet, halk biraz da öyledir. Binlerce yıldır süregelen bir yaşam tarzına sahiptir; doğallığı çağrıştırır. Doğayla biraz daha iç içe; biraz daha uyumludur. O anlamda zora ve dayatmaya kapalıdır. Onun için de, bir kısım, ilerici ve çağdaş özellik taşıyan toplumsal gelişmelerin toplumda bir süre kabul görmemelerini bu yönüyle de açıklamak gerekir diye düşünüyorum.

Yakın tarih yazarlarından, Şevket Süreyya Özdemir ise- sanırım Suyu Arayan Adam’da, halkı, “kendinden sonraki kuşağa muhtaç olan kesim” olarak açıklar. Buna göre, işçi, köylü, memur, küçük esnaf halktır. Hatta, daha önce halk olarak görmediğimiz doktor, mimar, mühendis, avukat gibi meslek sahipleri bile; son yıllarda izlenen ekonomik politikalardan dolayı, artık “halk” olmuştur. Artık onlar, en azından halkın müttefikidir.

Yani halk emek çekerek üretendir; sorununa kendisi çözüm arayan ve kendince çözümler bulandır. Bizim gibi halkın çocuklarına ve halkçılık taslayanlara düşen de, halkı ve sorunlarını anlamak olmalıdır.
Halkı anlamak nedir diye sorarsanız, her birimizin yanıtı ayrıdır herhalde. Kimimiz bunu, halkın giyindiği gibi giyinmek; kimimiz halkın yaşadığı gibi yaşamak; kimimiz ise halkın konuştuğu gibi konuşmak; halkın inandığına inanmak olarak yanıtlarız. Bilim ve teknolojiyi kullanarak halkın yaşamını geliştirmeye; halk arasındaki sevgi, saygı ve barış duygularını güçlendirmeye; toplumsal alanda, eşit veya dengeli bir şekilde kalkınmayı da sağlayacaksa neden olmasın? Ama uygulanan eğitim politikaları bunu gerçekleştirmeye uygun değil. Aslında politikalar da o amaçla değil, egemenlerin halk üzerindeki egemenliklerini sürdürebilmeleri için belirleniyor.
…………………………………………………………………………………………………………………………

Onlarca yıl önce, büyük halk yazarı Fakir Baykurt’un bir yapıtından aklımda kalan bir bölüm ve bugün facebookta oğlum Özgür’ün dinlettiği bir olay bana bu yazıyı yazdırdı:

” Güzel ülkemizin bir köyüne, ilçeden tarım ilçe müdürü, YSE (Yol, Su, Elektrik) müdürü, DSİ (Devlet Su İşleri) bölge müdürü ve birkaç memur işleri gereği giderler. Kış günüdür. Köyden herhangi bir eve konuk olurlar. Üşümüşlerdir. Soba yanmaktadır. Yemekler yenir. Çaylar içilir. Bir ara köylümüz ortadan kaybolur. O arada, memurların gözü sobanın kurulu olduğu duruma ilişir. Soba odanın tabanından oldukça yüksekte durmaktadır. Bizimkiler kendi aralarında fikir yürütmeye başlarlar:
Tarım müdürü:
-Herhalde içerisi daha çok ısınsın, diye yapmıştır, der.
YSE müdür:
-Yok canım, odayı güzelleştirmek içindir, diye fikir yürütür.
DSİ müdürü:
-Yok yahu, soba tütmesin diye böyle kurmuş olmalı, diye yorumlar.

Onlar bir uçtan bir uca yorum yaparlarken, köylümüz bir kucak odunla içeri girer. Ve bizimkiler sorarlar:
-Yahu, Memed Efendi! Bu sobayı neden böyle yükseğe kurdun?
Memed Efendi kucağındaki odunlardan birini daha sobaya atar ve yanıt verir:
-Başka çarem yoktu, elimdeki soba borusu ancak o kadarına yetti.
…………………………………………………………………………………………………………………………

İş yerimizdeyiz. Ağustos sıcağına ve yüksek neme dayanamadık ve klimamızı çalıştırdık. İçerisi biraz serinledi. Halk viskisi olan çayımızı, ince belli cam bardaklarımıza koyup içmeye başladık. Duayen iletişimci Korkmaz Alemdar’ın “kimin, kimin köpeğini gezdirdiği belli olmayan; sanal ortamda adam yerine konma yanılgısını yaşadığımız” dediği “sosyal medya”da gezinirken oğlum Özgür gülmeye başladı. Arkasından güldüğü şeyi bana da dinletti:

Facebookta, -temsili olduğunu sandığım- bir görüntülü konuşma. Yaşlıca bir amca, Tavşanlı Belediyesi’ni arıyor. Subaşı Semtinden olduğunu söylüyor. Telefondaki görevli erkeğe, “cami çevresinde pek çok köpek olduğunu, namaza giden arkadaşlarının bu köpeklerden korktuğunu, Allah günah yazmazsa, belediyenin bu köpekleri öldürmesini veya zehirlemesini” istiyor.

Görevli ise “hayvan hakları savunucularının buna karşı olduğunu, ama köpeklerin tamamını kısırlaştırdıklarını” söylüyor.

Cinselliği ve sövmeyi, hayatın ve doğanın bir olağan durumu gibi anlatan Anadolu köylüsü ne dese beğenirsiniz?

-” Oğlum, sen beni annemeyon herhal. Ben köpekler bizi korkuteyo deyyom sana, köpekler bizi s*k*cekler demeyyom ki!”

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here