
Felsefeciler, yani filozoflar bulunduğu yer ve zamanda içinde bulunduğu toplumun düşündüğü gibi düşünmeyen; aykırı düşünen, aykırı konuşan ve aykırı davranan insanlardır. Ki toplum kendilerine benzemeyen bu insanlara “deli” demekte veya deli gözüyle bakmaktadır. İşin güzel tarafı da bu deliler hâlâ anılmakta ve bize düşünceleriyle halen yol göstermektedirler.
Sokrat’tan, Aristo’dan; Nietzsche’ye, Noam Chomsky’e kadar geçen zaman ve edinilen düşünceler bunu doğrulamaktadır. Bu insanlar insanlığa din, ulus ve ırk ayrımı yapmadan bakabilen insanlardır. Hayata ırkçı ve dinci düşüncelerle bakılarak felsefe yapılamaz. Çünkü din ve ırkçılık düşünmeyi, şüphe etmeyi, sorgulamayı yasaklar. Felsefe yapabilmek için öncelikle, “şüpheci” ve özgür düşünebilmeyi; özgür düşünebilmek aykırı düşünmeyi gerektirir. Yani felsefe, ilk anda aykırı düşünmeyi zorunlu kılar. Onun için “felsefenin, bütün bilimlerin anası olduğu” söylenir. Doğrudur. Çünkü felsefe, öncelikle size veya topluma sunulan yürürlükteki doğrulardan kuşkulanmayı; analitik düşünmeyi gerektirir. O güne dek var olan bilgilerle yetinmek ve kalıplar içinde düşünmek yenileşmeyi, gelişmeyi engeller. Oysa Victor Hugo, “Felsefe düşüncenin mikroskobudur” diyerek kılı kırk yararak düşünmek gerektiğini salık verir.
Ayrıca felsefe, yalnızca aykırı düşünce; aykırı söz yığını ve aykırı davranışlardan ibaret değildir. İşin –hatta daha ağırlıklı olarak- bir de emek boyutu vardır. Karl Marks bunu, “Filozoflar dünyayı yorumlamakla kaldılar; oysa asıl olan dünyayı değiştirmektir” derken, Maksim Gorki ise felsefeyi şöyle açıklar: “Bizim felsefe, arka üstü yatıp yıldızları seyretmek değildir. Bizim felsefemiz çalışmak olmalıdır. Yani çalışmayan ve üretmeyenin yemeye de hakkı olmamalıdır.”
Buradan da anlaşılıyor ki, felsefe yapmak bir dil sorunu da değildir. Çünkü her dil, hayatı anlatırken kullandığı sözler, kavramlar ve dolaylı anlatımlar yönünden yeterince zengindir. İş, kavramları adlandırmakla sınırlandırılmamaktadır. Bugün, örneğin televizyona Türkçe, Arapça veya Farsça’da bir ad veremeyebilirsiniz. Bunu Latince bir terimle adlandırabilirsiniz. Asıl sorun, televizyonu teknik boyutuyla kavramak değildir. Dünyanın öbür ucundan görüntü veren bir şeytan aracı olarak nitelendirip televizyonu evlerine bile koymamak değildir. As’lolan televizyonu, bir haber, bir aydınlanma veya bilgilenme aracı olarak ele almaktır.
Bilime ve teknik gelişmeye karşı olmak ve onu engellemek pek mümkün değildir. Çünkü bilim kendini kabul ettirmek anlamında zorlayıcıdır. Siz bilim ve teknolojideki bazı gelişmeleri benimsemeseniz bile o size zaman içinde kendini kabul ettirir. Zorlayıcılığı buradadır. Buna uygun olarak değişen, ilerleyen ve gelişen düşünce ve davranış alanı da buna dahildir.
Oysa, asıl karşı olunması gereken bilim ve teknolojinin kullanılış biçimi ve kullanılış amacı olmalıdır. Yani, kâr ve sömürü amaçlı mı kullanılıyor; yoksa eşit, dengeli ve adil bir paylaşım içinde toplum yararına; insanlık yararına mı kullanılıyor ona bakmak gerekir. Yani kısaca ” uygarlık, bilimin nasıl, kim için ve ne amaçla kullanıldığındadır.”
Yeniden asıl konumuz olan felsefeye dönecek olursak, felsefe yapmak, bir zihniyet ve gelişmişlik sorunudur. Geçmişe takılıp kalanlar; geçmişi bilerek ve isteyerek zihinleri oyalama ve kütleştirme aracı olarak kullanmak isteyenler isteseler de felsefe yapamazlar. Çünkü, “Felsefe, insanı sürünün bireyi olmaktan kurtarır.” Egemenler ve yöneticiler ise sürü zihniyetinin sürüp gitmesinden ve insanın özgür birey ol(a)mamasından yanadır.
İşte tam burada Küba felsefesi, bireyin önemini vurgulayarak şöyle bir vurgu yapmaktadır: “Hiçbir birey faydasız olamaz. İşsizlik sıfır olmak zorundadır. Bir toplumdaki birey, bir değer içermiyorsa, o toplum doğru olamaz.” Bireyi önemsiz bir böcek gibi gören, maden ocaklarında, inşatlarda onar, yüzer, üç yüzer ölmelerini fıtrat olarak açıklayan, işsizliği önlemek için çaba göstermeyen iktidar çevreleri bunu anlayamazlar. İnsan kulübedeyken başka düşünür; saraydayken başka. Çünkü, hayatımızı belirleyen şey bilincimiz değil; bilincimizi belirleyen şey hayatımızdır, içinde bulunduğumuz koşullardır.
Wittgenstein, insan ve felsefe ilişkisini şöyle tanımlar: “İnsan, şişeye kapatılmış, çıkmak isteyen, çıkması gereken, ama bunu neyle ve nasıl yapacağını bilmeyen sineğe benzer. Felsefe bir alet kutusudur. Sineğin bu var oluşundan kurtuluşunu sağlar.”
Sonuç olarak felsefe yapmak için elbette dile ve dili iyi kullanmaya gereksinim vardır. Bugün Batı ülkelerinde de, Doğu ülkelerinde de, filozoflar var ise, bilim ve teknoloji alanında belli gelişmeleri kaydetmiş olmalarından ve var olan dili hayatta doğru uygulamalarındandır.