
Dinin hakikati felsefede, Felsefenin hakikati siyasette, siyasetin hakikati ise toplumda keşfedilir.
Henri Lefebvre[1]
Bruno Schirra[2] bir araştırmacıdır. 1998 yılında, Auschwitz’de görev yapan Hans Münch’le bir söyleşi gerçekleştirir. Münch o tarihte 87 yaşında, orta sınıf koşullarında yaşamaktadır.
Auschwitz’de Yahudileri yakmanın ne kadar zahmetli olduğunu anlatırken, konuklarını incelikle ağırlayan sevecen bir beyefendi olarak tanıtılır.
Münch, Yahudilerin odun yığını üzerinde “kolay kolay” yanmamalarını, sonradan çözdükleri bir teknik sorun olarak anlatır. Yapılması gereken iş, yakma işlemi sırasında yakılan insanlardan çıkan yağı gövdelerin üzerine yeniden akıtmaktır.
Bu işi yapmakta tereddüt eden görevli tutsakların, buna itiraz ettiklerinde; kaynamakta olan bir sıvının içine itildiklerini aktarıp, ne kadar çabuk öldüklerine, bugün bile şaştığını söyleyen Münch konuklarına o sırada kek ikram etmektedir.. [3]
Alman psikolog ve psikanalist Arno Gruen[4] sağ radikalizmi canlılık duygusunun sadece şiddet yoluyla yaşanabildiği bir varoluş biçimi olduğunu söyler.
Kendinden nefretin öz yıkıma yönelik bir sonucu olarak, kimliksizliğin yaşamın bir amacı haline geldiğini, toplumdaki % 8-30 arasındaki bir oranının , itaat üzerine kurulu toplumsal yapıların içine kök salmış olan bu hastalıktan mustarip olduğunu, kurban durumunda olma duygularını örtük olarak taşıyan % 30 ile % 40 arasındaki grubu –özellikle ekonomik ve toplumsal sarsıntı dönemlerinde – peşinden sürükleyebileceği içinde bu grubun demokrasi için ciddi bir tehlike teşkil edebileceğini söyler.[5]
Fanatizm tarifleri hem kolaydır. Ama aynı oranda eksik kalır. Hakim ideolojinin çarpıtan aynasından bakılarak yapılan tarifler, şiddet kaynağı olarak sunulan “fanatizmi” çarpık bir şekilde anlatır.
Yukarıda bahsedilen örnek ,sıradan insanların iktidar ilişkileri ile birleşince ,fanatik şiddetin rahatlıkla öznesi haline gelebileceğini gösterdiği gibi, bir alttaki araştırma sonuçları ise fanatizmin marjinal grupların sapması olarak görülemeyeceğini, toplumun bütününe yayılmasının an meselesi olduğunu göstermesi açısından değerlidir.
Fanatizmi kavramsallaştırır ve siyasal şiddetle arasındaki bağı kurarken, kavramı sadece aşırılık üzerinden anlamak, bizleri son derece spekülatif bir zemine doğru götürecektir.
Dogma ile fanatizm arasında birbirini besleyen diyalektik bağ , geçmiş dahil toplumsal yaşamı biçimlendiren tüm unsurların içerisinde aranmalıdır. Devlet, iktidar ve üretim ilişkilerinden bağımsız fanatizm tarifleri/ yada fanatizmi anlama çabaları son derece sorunlu olduğu bir tarafa eksen kaymasına da neden olur.
Alberto Toscana[6] “Fanatik” i siyasi literatürün en ağır yaftalarından biri olarak tarif ederken, politik olarak her türlü düşünceye kendini kapatır bir şekilde “.Hoşgörü sınırlarını aşan ve iletişime kapalı, akılcılığın çerçevesi dışında durur; hiçbir argümana tahammül edemeyen ve ancak kendine rakip gördüğü her türlü hayat görüşü veya tarzı ortadan kalktığında yatışacak olan azılı bir inancın boyunduruğu altındadır.” der.[7]
Winston Churchill ise “kafasını değiştirmeyen ,konuyu da değiştiremeyecek olan biri” olarak takdim ederken, Hegel Fanatizmi “soyut coşkusu”olarak tanımlar. Kant ise “Batıl din,aklı algıların yanılsamasına tabi olma ilkesine dayanır.Fanatizmde, insanlar kendilerini insanlığın üzerine çıkarır” Coşku olmadan mücadele,aşırılık olmadan coşku olmaz…der.
Kavram aynı zamanda son derece politik bir kavramdır. 19 yüzyılda İngiliz İmparatorluğu adına Hindistan’ı keşfe çıkan kaşiflerin , isyan bastırma konusunda uzman kraliyet görevlilerin isyancıları “FANATİK “olarak yaftalandırıp, yok edilmelerini savunmaları da kavramın ne kadar geniş kullanım alanına sahip olduğunu göstermesi açısında önemlidir.
İngilizler “fanatizm” fikrinin sömürgeci kullanımı konusu son derece ustadır.
Sudan’da 1880’lerde patlak veren Mehdi isyanının ardından, kullandıkları kavram “derviş fanatizmi” dir. İsyancılardan” Dinsel fanatizm ile askerlik ruhunun korkunç karışımıyla hayat bulmuş” Araplar olarak bahsederler.
Fanatizmin antropolojik bakış açısıyla bir ırka bahşedilmesi , İngiliz askerlerinin de kendi akıl almaz, acımasızlıklarını zorunlu bir şey olarak görmelerine yol açmıştır.
Bir asker “Bugüne dek gördüğüm en cesur adamlar…Yaralıların hepsini vurup süngüden geçirdik, ellerinin uzanabildiği herkese mızrak yada bıçak salladıkları için onları öylece bırakamazdık” demektedir.
Bir başka asker ise “Birinin kafasına kahvaltıda yumurta kırar gibi ortasından ayırdım…Öfkeden deliye dönmüştüm. Bir şeytan gibi savaştım ve o korku nedri bilmez şeytanları öldürmek, yalnızca ve yalnızca öldürmek istedim.” der.[8]
19.yüzyılda Amerika’da kölelik karşıtı, koşulsuz insan haklarını savunan hareketlerin “fanatizm”le suçlaması bunu doğrular.
ABD’de iki kez Devlet Başkanı yardımcılığını yapan John C.Calhoun’ın, köleliği” pozitif iyi” olarak tanımladığı ünlü konuşması; kölelik karşıtlarını “fanatik” olarak tanımlar.
Kuzeyli nüfusun kölelik karşıtı tutumunu ,“fanatik kesimin” yol açtığı uğursuz ve bulaşıcı kölelik karşıtı ajitasyon tehdidi ile güney eyaletlerin iktidarlarının sınırlanması olarak görür.
Kölelik karşıtlarını “fitneci ve fanatik” olarak suçladığı bu konuşmasında, aynen şunu söyler “Eğer kendimizi savunmazsak bizi kimse savunmayacak, eğer karşı koymazsak bizi daha çok sıkıştıracaklar, eğer boyun eğersek ayaklar altına alınacağız. Bu FANATİKLERİN özgürleşmekle yetinmeyecekleri açık. Sonraki adımları zencileri toplumsal ve siyasal bakımdan beyazlarla eşit hale getirmek olacak; bunu başardıktan kısa süre sonra da iki ırk arasındaki mevcut durumu tersine çevirecekler” der.
Aynı kuşak Güney siyasetçilerinden Albay Willam Drayton ise bu konuşmadan bir yıl önce Calhoun’la aynı telden çalmaktadır.
Kölelik karşıtı “fanatikleri”, ülkenin anayasası ve kurumlarının iyileştirmeye çalıştığı milli yaraları kaşıyan bölücü ve fitneciler olarak gören Drayton kölecilik karşıtları için –beyinlerinde tüten dökme kurşundan yükselen buharları ilham sananlar için en etkili çözüm deli sandalyesi veya deli gömleğidir diyerek tıbbi çözümünü ortaya koymuştur.
Kölelik karşıtlarını bölücü, fitneci ve fanatik olarak gören Drayton’nun kendi mahallesi olan güney eyaletlerindeki gazeteler ise o günlerde, yevmiyesi beş dolar civarı bir paraya hizmet veren kiralık nigger dogs ilanları ile doludur.
İlanlar kaçak kölelerin izini bulan, onları yakalayan ve sağ salim efendilerine geri getiren bu köpeklerin özelliklerini göklere çıkarmaktadır. İlana konu kiralık av köpekleri takip ettiği kişinin geçtiği yerleri saatler geçse bile bulabilmektedir.. Köpeğe verilen eğitimin en önemli parçası ise köpeğin siyah ete dişlerini geçirmemeyi öğrenmesi için verilen uzun süreli eğitimdir. Çünkü kölelerin kötü davranışlarını cezalandırma hakkı yalnızca yasal sahibine aitti.[9]
Aydınlanma döneminde, Fransız entelektüellerinin dinsel fanatizme yönelik eleştirilerini ve bunun politik alana yansımalarını sert bir dille karşı koyan Edmund Burke “Bu dehşet verici fanatizm ,fanatizmden bin kat tehlikeli değilmi dir ?diye sorar. İngiliz tarihçi Erich Hobsbawn [10]“yepyeni bir dünyaya yönelik imkansızcı arzu” derken, Büyük devrimlerin arkasındaki insanüstü için çaba için gerekli araçtır. Diye de ekler.
Daha ilginç bir tespitte yine Marx’tan gelir. Marx , kapitalizm iktisadi toplulukların “ara dünyasında “ ticaret aracılığıyla çıktıysa, fanatizminde siyasi grupları ayıran sınır bölgesinde, çatışmanın hem ürünü ve hem de faili olarak çıkacağını söyler
Yine Marx, ”radika”l olmak meselenin kökenine inmektir. Ancak insan söz konusu olduğunda , meselenin kökeni insanın bizzat kendisidir” der..
Marx 1867’de Ateizmin artık otoriteleri kışkırtma becerisi bakımından dahi öncü bir güç olmadığını ileri sürmüş, “Devlet kilisesi ….otuz dokuz maddelik kurallarından ,otuzsekizine yönelik bir saldırıyı ,kendi gelirinin otuz dokuzda birine yönelik bir saldırısna daha kolay affedecektir. Bugün ateizm ,mevcut mülkiyet ilişkilerinin eleştirisi ile kıyaslandığında ,öyle affedilmeyecek bir kabahat değildir [11] demiştir .
1842’de yayınlanan başmakalesinde ise “kadim devletlerin çöküşünün nedeni,kadim dinlerin çöküşü değildi. Bilakis kadim dinlerin çöküşünün nedeni kadim devletlerin çökmesidir.” Der.
1843’de Bauer’e verdiği yanıtta “Dinin varoluşu bir kusurun varoluşu olduğu için, bu kusurun kaynağı bizzat devletin doğasında aranmalıdır. Dini bir temel olarak görmüyoruz artık,seküler darlığa ilişkin bir fenomen olarak görüyoruz” , diye de ekler
Dinin işçi sınıfı hareketinin sosyalist siyasetine dini zerk etmeye yönelik çabalara yönelik olarak ise Marx dini “gerçek ızdırabın dışavurumu hem de gerçek ızdıraba karşı bir itiraz” olarak tanımlar; sadece devletin dininden değil “ezilenin iç çekişi, kalpsiz dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhu “diye tanımlar. Engels “Bugün hala Tanrıya sunulabilecek tek hizmet, ,ateizmin uygulanabilir bir inanç olduğunu açıklamaktır” der.
FANATİZM VE AYDINLANMA
Diderot ve D’Albert’in Ansiklopedi ve yada Bilimler, Zanaatler Açıklamalı sözlüğünde Rousseau’nun arkadaşı Fransız Devriminin önemli simalarından Deleyre “fanatizm” bölümünü kaleme almıştır.
Bu bölümde Fanatizm aynı anda hem çok çeşitli sunulur, hem tek anlamlı sunulur. Deleyre Fanatizm’i eylem halindeki hurafe olarak sunarken, fanatizmin işleyişinin bulunduğu her yerde aynı olduğu fikrini ısrarla savunur. Fanatizm’in her yerde yaygın olduğunu savunurken, tarihin baştan sona fanatizm tarihi olduğunu da söylemekten de imtina etmez. Nedenlerini ortaya koyarken ise agnostik (bilinmezcilik) bir tutum ortaya koyar ve yaklaşımında açıklamaktan ziyade, kural koyma tavrı sergiler.
Deleyre açlık, değersizlik, güç ve korku ve hurafe gibi birbiri ile bağlantısı olmayan kavramları, birini diğerinden üstün tutmadan sıralar. Ve sonuç olarak “Tanrıyı kan dökerek memnun etme fikri nereden gelirse gelsin, sunaklardan akmaya başladımı kanı durdurmak imkansız hale gelir” der.
Fanatizmi tanımlaması da belli başla özelliklerinden yola çıkılarak yapılan tanımlamadır. “Fanatizm insanların taklit, iletişim ve demogojiye bağlı deliliğidir.” dedikten sonra köktendincilikle ilişkilendirerek, ”tanrıları katliamlarla teskin etmeye çalışan ilahileştirilmiş bir adaletsizliktir” diye de ekler.
Deleyre’nin bakış açısında fanatizm aklın yokluğundan ziyade sınırlı ve doğal olmayan bir akıl olarak yansır. Bunu ifade ederken hurafe ve fanatizmi birbirinden ayırır ve hurafe hakiki dine yakınsa ,fanatizmde haklı inanca yakındır ve bu nedenle de tehlikeli bir güçtür der. Yine fanatizm ile hurafe arasındaki ayrımı ,hurafenin insanları kendi buyruğu altına alıp aşağıladığını , hurafenin biricik evladı fanatizmin ise sebebiyet verdiği tüm korkulara rağmen insanları yücelttiğinin de altını çizer.
Fanatizmin tedavisine bulduğu çözüm ise tamamen “tıbbidir ve ..Soğuk banyolar,kan alma ve kliniğe kapatma gibi yöntemleri önermekten çekinmez.
Deleyre’nin “tıbbi” önerisine karşılık olarak, Volteire’de benzer şeyler savunmuştur.
Ateşli hastalıkta sayıklama, öfkede kudurma ne ise boş inançta bağnazlık odur. der. ve Coşku içinde kendinde geçen, bir takım hayaller gören, düşleri ve kuruntularını keramet sayan insan bir meczuptur..diye de ekler.[12]En tiksindiri bağnazlık örneği olarak ta,[13] Saint Barthelemy Katliamı’nı gösterir. ”Katolik ayinine gitmeyen hemşerilerini, Bartgelemy gecesi öldürmeye, boğazlamaya, paramparça etmeye koşuşmuş olan Paris burjuvalarının bağnazlığıdır. Der..
Fanatizm’ i bir salgın hastalık olarak gören Volteire,”ilaç olarak felsefi düşünceyi” önerir ve Ruh hastalarına karşı ne yasalar, nede din yeterlidir deyip ekler “Din onlar için kurtarıcı bir besin olmak şöyle dursun ,çürümüş beyinlerde zehir halini alır, kudurganlıklarını, bu günahları hiçte hoş görmeyen aynı dinden bulup çıkarırlar. Bu kuduz nöbetlerine karşı yasalar çok güçsüzdür. Böyleleri içlerini dolan kutsal ruhun yasalardan üstün olduğuna, coşkunluklarının dinlenmeleri gereken biricik yasa olduğuna inanırlar, …
Ne yapmalı;
Voltaire, Felsefe sözlüğünün Eşitlik (Egalité) maddesine şöyle başlar “ Köpek köpeğe, at ata ne borçludur? Hiçbir şey. Hiçbir hayvan ötekinin buyruğu altında değildir. Ama insanoğlu akıl denen Tanrı ışığına kavuşmuş. Ne kazanmış biliyor musunuz? Dünyanın her yerinde köle olmayı”[14]
Katolik kilisesi 1234 yılından itibaren kadınların kilisede şarkı söylemelerini yasakladı.
Kiliseye göre “Havva’nın günahını miras alan kadınlar, sadece erkek çocuklar yada hadım edilmiş erkekler tarafından seslendirilen kutsal müziği kirletiyordu.”[15] Sessizlik cezası 20.yüzyıl başlarına dek, tam yedi asır boyunca devam etti.
Vatikan Ruhani Meclisi, 1870 yılı toplantısında oybirliğiyle kabul ettiği Dei Filius anayasasını, şu kesin kurallarla sınırlamıştı: Her kim, kutsal kitapları, 30.yıl Ruhani Meclisinin bildirdiği gibi, bütünlükleri içinde ve bütün bölümleriyle kilise kurallarına uygun saymaz da bunların Tanrı bildirisi olduğuna inanmazsa o kimseye lanet olsun. Her kim, bilimin gelişmesine göre kilisenin ileri süreceği dogmalara, kilisenin anladığı anlamdan başka bir anlam verirse, o kimseye lanet olsun.
Çünkü, Tanrının bildirdiği insan öğretisi, insan zekasının yetkinliklerine bırakılmamış, Tanrısal bir armağan gibi titizlikle saklanmak ve değiştirilmeden öğretilmek üzere İsa’nın karısı olan kiliseye verilmiştir.[16]
Fanatizm tartışmasını “dini yanlış yorumlayan bağnazlar” gibi sadece dinsel boyuta indirgenmesi aslında aydınlanmacı bakış açısının da çarpık bir yorumundan başka bir şey değildir. Din kaynaklı/ görünümle şiddet hareketlerinin sosya-ekonomik boyutunun inkarı anlamına gelir.
Tartışmanın boyutu sadece “şiddet “üzerinden kurulacaksa, emperyalist savaş ve işgallerde yaşamlarını kaybeden milyonların adlarını başka bir deftere yazarak, fanatik şiddetin dili tercüme edilemez.
Toplumsal, siyasal ve ekonomik hiçbir koşulu görmeden, dinsel şiddet ve fanatizmle “ dinin doğru yorumu” ile baş etmeye çalışmak, karşıtını yani “dinin daha doğru yorumunu” yapanları doğuracaktır.
“Gerçek din” diye bir şey yoktur. İktidar dili ile “dinin doğru yorumu” kitleleri manipüle etmenin sadece bir aracıdır. Şiddeti ortadan kaldırmaz, şiddetin sadece biçim değiştirmiş yeni halini doğurur.
Marks’ın 30 kasım 1842’de Arnold Ruge’ye yazdığı mektupta, belirttiği gibi” Siyasi koşulları din çerçevesinde eleştirmek yerine, siyasi koşulların eleştirisi çerçevesinde dini eleştirmek gerekir. Çünkü kendi başına dinin bir içeriği yoktur. Din kendi varlığını cennete değil, Dünyaya borçludur. Din çarpıtılmış bir gerçekliğin teorisidir. Ve bu gerçekliğin ortadan kalkmasıyla din de çökecektir.”
İster dini kaynaklı olsun, isterse doğrudan politik kaynaklı olsun, Fanatizm’i neyin tetiklediği sorununun günümüzdeki cevabı, kapitalizmin eşitsiz gelişme koşullarında yani küreselleşmede aranmalıdır.
KANT Politika “yılanlar kadar ihtiyatlı olun” , ahlak ise buna bir sınırlama koyar “ama kumrular kadar saf “ tır .. der ve ekler Ahlakçı-politikacının temel ilkesi olarak, eğer bir devletin yapısında yada diğer devletlerle olan ilişkilerinde, önüne geçilemeyecek yanlışlar bulunursa, bu uğurda kişisel çıkarlarını feda edecek olsalar bile, ellerinden geldiği kadar bu yanlışları düzeltecek yollar aramak ve aklın gözlerimiz önüne ideal bir örnek olarak koyduğu doğal hukuka yaklaşmak özellikle devlet başkanları için ödevdir[17]…. Der..
Kant’ın getirdiği ahlakçı bakış açısı, ideal olanı sunar. Ancak sorunu kavramamız için yetersiz kalır.
Küreselleşmenin doğmaları, tek tip düşünce tarzına dayanmakta, yurttaşların toplumsal hakları serbest rekabet ilkesine tabi kılınmakta, toplumsal yaşamın tüm alanları para piyasasının insafına terk edilmektedir.
Ulus devletlerden bu küresel politikalara uyum sağlamaları talep edilirken, istihdam, sağlık , eğitim hizmetleri, kültür ve çevre sorunları gibi temel politikalar küreselleşmenin getirdiği ulusütü hukuka tabi kılınmaktadır.
Sermayenin yoğunlaşması ve küreselleşmenin toplumsal dayanışmayı yok ettiği, bireyselleşme ve yalnızlaşma olarak yaşamlarımıza fatura edildiği açıktır.
İnsanlığın asıl sorunları olan yoksulluk, açlık, kölelik ve küresel sermayenin paylaşım savaşları sürdüğü fanatizmin/şiddetin güvenlik politikaları ile yok edileceği varsayımı sadece hayalden ibaret kalacaktır.
Zengin ülkelerle yoksul ülkeler arasındaki uçurum her geçen gün artmaktadır. Yüzyıl öncesinde bu oran 10’a 1 iken bu oran 100’e 1’i bulmuştur. Eğer dur denilmezse, bunun daha büyüyeceği ve çatışma alanlarını genişletilerek yeni paylaşım savaşlarına yol açacağı görülmelidir.
Konuyu bir güvenlik meselesi olarak ortaya koymak onu dost ve düşman mantığı içinde konumlandırmaya yol açar.[18]
Nazilere ilham veren hukukçu Carl Schmitt[19] “siyasi olan, en şiddetli ve aşırı zıtlıktır” der. Ve her somut zıtlık en uç noktaya, dost-düşman sınıflandırmasına yaklaştıkça bir o kadar siyasi hale gelir”[20]
Schmitt için bu dost-düşman zıtlığı siyasi olanın özüdür, en yüksek noktasına egemenliğin ileri sürülmesine ve yeniden kurulmasına olanak veren istisna haline(olağanüstü hale) ulaşır. “Egemen istisna haline/olağanüstü hale karar verendir.” En ünlü sözüdür.
Olağanüstü hal/istisna hali güvenlik gerekçesine dayanan hukukun, hak ve özgürlüklerin askıya alındığı bir süreci anlatır .
Jeff Huysmans[21] “güvenlik hakkında konuşmak ve yazmak asla masum değildir, faşist seferberliğe bir fırsat penceresi açılmasına katkıda bulunma riskini her zaman taşır ” der.
Nazilerin sürekli Nazi devletinin eylemlerini gizlemek için edebi kelamlar kullandığı ve politik sorunları yeniden ifade etmek için dille oynadıkları herkesçe bilinir.
İki örnek vermek gerekirse, köle emeği yerine “üretken iş” ,yada tutuklanmak yerine “koruyucu gözaltı.” deniyordu.
Benzer bir biçimde, değerli eşyaları devlet tarafından soyulan insanlara devletin basitçe mallarını güvenceye aldığı söyleniyordu.
“Güvenlik” Naziler tarafından yürütülen yasal terör sisteminin her zerresine nüfuz etmişti.
Bu olağan yargılama ve cezalandırma sistemi, o kadar çok çok insanı hapsediyordu ki, Ağustos 1944’e kadar normal hapishanelerdeki insan sayısı toplama kampındakilerin sayısını aşmıştı.
Bütün sistem 24 kasım 1933 tarihli “Suç İşlemeyi Alışkanlık Haline Getirmiş Tehlikeli Suçlulara Karşı Kanundan gelen ‘güvenlik tutuklaması ‘ fikrine dayanıyordu.Bu tür gözaltının esası ,alınan kişilerin güvenlik düşmanı sayılmalarıydı.
Nazilerdeki güvenlik mantığı, sadece dışlama değil, son kertede yok etme eylemine de yol açtı.[22] “Nihai Çözüm” ü başlatacak resmi toplantı olduğu söylenen 20 Ocak 1942 tarihli Vanse Konferansi özünde “ güvenlik polisinin “basit bir toplantısı olarak gözüküyordu.
Nazilerden günümüze de miras kalan Güvenlik politikalarının özünde, özgürlük ve özgürleşme vizyonu değil, toplumun sermaye ve devlet etrafından biçimlendirme fikri yatar. Siyasal iktidar “ güvenlik” üzerinden insanı yeniden biçimlendirir ve siyasi eylemleri etkisiz kılarak, toplumdan devlete ve onu destekleyen kurumsal şiddetine teslim olması beklenir.
Kategorik olarak tüm güvenlik politikaları, toplumsal korkuyu besleme ,yayma ve iktidara kayıtsız koşulsuz teslim olma fikrine dayanır.
Güvenlik gerekçesi ile temel hak ve özgürlüklerden feragat etme daveti kabul edilmemelidir.
Günümüzde Fanatizm ,kurumsallaşmış bir devlet şiddeti olarak karşımızda durmaktadır.
Bu tartışmanın, bir siyasal düşünceye yada dini inanca kör körüne bağlı insanların toplumsal yaşamı tehdidi üzerinden yürütülmesi, zihni bulandırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
________________________________________
[1] Lefebvre, Hagetmau, Landes, Fransa’da doğdu. Paris Üniversitesi (Sorbonne)’nde felsefe okudu ve 1920 yılında mezun oldu.1924 yılında beraber çalıştığı Paul Nizan, Norbert Guterman, Georges Friedmann, Georges Politzer ve Pierre Morhange ile “Philosophies” adlı felsefe grubunda bir “felsefi devrim” arayışındaydı[2]. Bu çaba, Fransız Komünist Partisi (FKP)’ne doğru kaymadan önce, Gerçeküstücüler ve diğer gruplarla temasa geçmelerini sağladı. Lefebvre 1928’de FKP’ye katıldı.1930 – 1940 yılları arasında Lefebvre, felsefe profesörü olarak çalıştı ve 1940’da Fransız Direnişine katıldı. 1944 – 1949 yıllarında Radiodiffusion Française’de yönetici oldu ve Toulouse’da Fransızca radyo yayıncılığı yaptı.Gündelik hayat eleştirileri ilk olarak 1947 yılında basıldığında, COBRA ve Durumcular arasında entelektüel bir etki oluşturdu[3].1958’de Lefebvre FKP’den ayrıldı. Daha sonraki yıllarda Arguments ve New Left dergisinde yayın kuruluna katıldı.1965 yılında Nanterre’deki üniversiteye geçmeden önce, 1961 yılında başladığı Strasbourg Üniversitesi’nde sosyoloji dersleri verdi.Lefebvre 1991 yılında öldü.
[2] Alman gazeteci ve editör
[3] Arno Gruen-Demokrasi mücadelesi
[4] Arno Gruen- Alman psikolog/psikanalist. Gruen 1923 yılında Berlin’de doğdu, 1936 yılında ailesi ile birlikte ak Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etti.New York City College okudu. Ardından, New York Üniversitesi’nde psikoloji yüksek lisans eğitimini tamamladıktan sonra, o psikologlar için ilk psikanalitik eğitim merkezlerinden biri olan Theodor Reik’te ve New York Psikanaliz Ulusal Psikoloji Derneğinde eğitim aldı. Türkçe yayınlanan eserleri ;Normalliğin Deliliği,Kendine ihanet,Empatinin yitimi,demokrasi mücadelesi,ihanete uğrayan sevgi
[5] Arno Gruen-Demokrasi mücadelesi
[6] Alberto Toscano, İngiltere’de çıkan Historical Materialism dergisinin editörü ve Londra’daki Goldsmith’s Üniversitesi’ndeki sosyoloji bölümünde öğretim üyesi, New Left Review’da yazıları yayımlanıyor, 2010’da Fanatizm başlıklı bir kitabı , daha önce sinde 2006’da yayımlanan Theatre of Production: Philosophy and Individuation between Kant and Deleuze adlı bir kitabı bulunmaktadır..
[7] Alberto Toscana –Fanatizm-Bir fikrin kullanımları üzerine
[8] Alberto Toscana –Fanatizm-Bir fikrin kullanımları üzerine.
[9] Eduordo Galeoano-Aynalar
[10] 9 Haziran 1917-1 Ekim 2012) İngiliz Marksist tarihçi ve yazar. Hobsbawm uzun süre İngiltere Komünist Partisi’nin üyeliğini yapmıştır. Komünist Tarih Grubuna da katıldı. Londra’daki Birkbeck, Londra Universitesi’nin başkanıdır.
[11] Marx.Kapital 1.cilt önsöz
[12] Volteire- Felsefe Sözlüğü-Fanatizm bölümü
[13] Saint Barthelemy Katliamı, Aziz Barthelemy Günü’ne denk düşen 24 ağustos 1572 tarihinde Fransa’da Katolikler tarafından Huguenot denilen Protestanlara karşı gerçekleştirilen katliam.Bu katliam Fransa ve İspanya’nın Flanderes bölgesini denetim altına almak istemesi sebebiyle ve Katolik ile Protestan asilzadeleri arasındaki iktidar çekişmesinden dolayı meydana gelen olaylardan biridir. Fransa Kralı IX. Charles’ın İspanya’ya yakınlığı ile bilinen annesi Catherine de Medicis’in I. Henry, Duke Guise’i kullararak kralın Protestan yardımcısı Amiral Gaspard de Coligny’ye düzenlediği suikastir. Olaydan yaralı kurtulan ve evinde ağır yaralı yatmakta olan Coligny’i öldürmek için ikinci bir saldırı düzenleyen katolik asilzadeler bunu başarmışlar ancak bu kez önü alınamayan bir katliama sebep olmuşlardır.24 Ağustos 1572 sabaha karşı beyaz haçlı giysileri giymiş Katolikler evlerinde uyumakta olan Protestanlara saldırdılar. Önce Pariste başlayan katliam daha sonra bütün ülke geneline yayıldı. İki gün süren katliam sonucunda resmi olmasa da yaklaşık 100.000 Protestanın öldürüldüğü tahmin edilmektedir.26 Ağustos 1572’den sonra sağ kalan Fransız asıllı Protestan soyluların tamamı dinlerini terkederek Katolikliği kabul etmiş, halk tabakası ise İsviçre ve Almanya’ya sığınmıştı.
[14] Volteire_Felsefe sözlüğü
[15] Eduorda Galeoano-Aynalar
[16] Orhan Hançerlioğlu-Düşünce Tarihi
[17] Edebi barış üzerine Felsefi Deneme-İmmunel Kant
[18] Mark Neocleous-Güvenlik ve Savaş
[19] Carl Schmitt (d. 11 Temmuz 1888 – ö. 7 Nisan 1985), Alman hukukçu, Katolik filozof, siyaset kuramcısı ve hukuk profesörü.Babası küçük bir işadamı olan Schmitt, Plettenberg, Vestfalya’ya Alman Roma Katolik bir ailenin oğlu idi. Berlin, Münih ve Strasbourg’da hukuk okudu ve 1915 yılında mezun olduktan sonra devlet sınavlarına girdi. 1916 yılında orduya girmek için gönüllü oldu. Aynı yıl, Strazburg’da aptığı Habilitasyon’u kazandı. Münih, Greifswald, Bonn, Berlin ve Köln gibi çeşitli işletme okullarda ve üniversitelerde ders verdi.
1933’den II. Dünya Savaşı yılı sonuna kadar düzenlenen bir pozisyon içinde Berlin Üniversitesi’nde profesör oldu. Schmitt, 1 Mayıs 1933 tarihinde Nazi Partisine; hızlı bir şekilde Hermann Göring tarafından atanarak “Preußischer Staatsrat” (Prusya Devlet Danışmanı) ve Kasım’da (“Nasyonal-Sosyalist Hukukçular Birliği”) “Vereinigung nationalsozialistischer Juristen” nin başkanı oldu.Haziran 1934 yılında, Schmitt kendi yayınlanan gazetesi “Deutsche Juristen-Zeitung” (“Alman Hukukçular Gazetesi”) için baş editör oldu. Nazilerin ırkçı teorilerini eleştirdi. Schmitt, “Reichsfachgruppenleiter” (Reich Profesyonel Grup Lideri) görevinden istifa etti.Savaşın sona ermesiyle Schmitt 1945 yılında, Amerikan kuvvetleri tarafından ele geçirildi; bir toplama kampı içinde bir yıldan fazla geçirdikten sonra 1946 yılında serbest bırakıldı ve Plettenberg’deki evine döndü.
[20] Carl Schmitt-Siyasal İlahiyat..
[21]Jeff Huysmans- Londra Kraliçe Mary Üniversitesi öğretim üyesi.
[22] Mark Neocleous-Güvenlik şiddet ve Savaş (İnsanlık dışı güvenlik)