Ben okumadım, ama bir yerlerden okuyan bir arkadaşım söyledi. İç İşleri Bakanı “Toplum hızla bilinçleniyor, böyle giderse AKP’ye oy
vermezler, buna bir çare bulmalıyız” demiş. Bu sözün doğruluğu nedir bilemem. Bu düşünceden hareketle olmalı, bir TV programına bilir kişi olarak, bilmez kişi Ömer Tuğrul İnançer’i çağırmışlar. Testide ne varsa dışına o sızar. Zavallı adam elbette ne biliyor, ne düşünüyorsa onu söyleyecek. İçi boşsa, dolu dolu bir şeyler söylemesi mümkün mü? O da kafasının gereğini yapmış. Ve demiş ki “Bir kadının hamileyken, koca karnıyla dışarıda dolaşması ayıptır, terbiyesizliktir.” Başbakan yardımcısı da “Vajina” sözcüğünden utanmıştı. Oysa o da bir organdı, aynı ağız ya da burun gibi rahat söylenmeliydi.
Hani cennet anaların ayağı altındaydı. Hani analık kutsaldı. Demek ki, anne olmak gizlenesi bir şeymiş. Ülkemizde Cumhuriyetten önce, kentlerde kadınlar çarşaf içindeyken (sanki şimdi değilmiş gibi) Anadolu’da köylerde böyle bir şey yoktu. Kadın – erkek yan yana tarlada, bağda, bahçede çalışırdı. Şalvarı, beyaz tülbendiyle rahat bir geleneksel giysi içindeydi. Zaten çarşaf tarlada çalışmaya uygun değildir. Kaç göç yoktu. Bebeğini emzireceğinde, erkeklerin yanında bile memesini çıkarır emzirirdi. Çünkü o meme cinselliğin değil, analığın göstergesiydi. Kadın bedeninden utanmazdı. Ama kentlerde bu utanma öğretilmişti. Kadın henüz buluğ çağındayken, memeleri çıkarken, onu saklamak için, kambur gibi yürür, sonunda da meme kamburu olurdu. Evlenir, hamile kalınca utanır, bu kez de karnını saklamak için, sıkı bezlerle sarar, yine kambur gibi yürürdü. Yani kadın bedenini sevmesin diye ne varsa yapılırdı.
Ömer Tuğrul İnançer, o zamandan kalmış. Geçen elli yıllık zaman onu geliştirip değiştirememiş. Kafasındaki örümcekli düşünceler dışarı çıkınca, öncelikle kadınların tüylerini ürpertti. Öfkesini biledi. Biz kadınlar ne bedenimizden, ne de saçımızdan utanmak istiyoruz. Geldiğimiz şu yaşamda erkekler kadar özgür, onlar kadar yaşamdan alacaklıyız. Eşit ve insanca yaşamak istiyoruz. Çünkü doğurgan olmamız bizi aşağılamaz, tam tersine yüceltir. Bu özellik bize pozitif bir ayrıcalık sağlar.
Bu sözünden dolayı İnançer’e ceza verilmemiş. Kadınlardan özür dilememiş. “İfade özgürlüğü” denmiş. Doğru da peki, diğer insanlar ağzını açar açmaz neden ceza alıyor? Onlara “İfade özgürlüğü” yok mu? Yasalar herkese eşit değil mi? Eğer öylese, ben burada boşuna yazıyorum, boşuna konuşuyorum. Çünkü yasalar kişiye göre uygulanıyorsa, elbette İnançer gibiler ağzına geleni söyler, çünkü kendilerinin korunacağından emindirler. Peki beni hangi yasa ve hangi devlet koruyacak? Ben kime güvenerek, bu ülkede yaşayacağım? Üstelik kadın olduğum için, herkesin bana ağzına geleni söyleme özgürlüğü varsa vay halime! Vay ülkemin ve de toplumun haline!
Yıllar önce, Fakir Baykurt ile söyleşirken bana bir anısını anlatmıştı. Almanya’dan Antalya’ya uçakla gelirken, Serikli bir sebze üreticisi ile koltukları yan yanaymış. Üretici ilk kez Avrupa’yı gördüğünden çok heyecanlıymış. Bu nedenle konuşmak istiyormuş. Fakir Baykurt’a sormuş “Adın ne ağabey?” O da rahat konuşsun diye “İsmail” demiş. “İsmail ağabey Hollanda’da sebze seralarını dolaştım, adamlar bir düğmeye basarak ısıtıp soğutuyorlar. Biz neden böyle kolay üretemiyoruz?” demiş. Fakir Baykurt “Sen orada sokakta kaç kişi gördün? Herkes işte, kent boşalmış gibi değil mi? Oysa biz nüfusun yarısını mutfağa kapatmışız, diğer yarısıyla kalkınmak için debeleniyoruz. İşte sorun bu” demiş. Serikli üretici “Doğru söylüyorsun İsmail abi, ben hiç böyle düşünmemiştim” diye hayıflanmış.
Ben buna şunu eklemek istiyorum. Biz gerçekten kalkınmak istiyor muyuz? Uyanmak bir çok oyunu bozmaz mı? Oyun kurucular bunun tedbirini almaz mı? Öncelikle kadınların uyanmasını engellemelerinin nedeni zaten bunlar değil midir? Çünkü kadın uyanırsa, toplum uyanır, toplum uyanırsa, dünya uyanır, dünya uyanırsa, sömürü düzenleri yıkılır. Ama şunu da unutmayalım. Toplumun ilerlemesini hiç bir şey engelleyemez, ancak geciktirir.