Nazım Hikmet sürgünde olduğu yıllarda Paris’te bir oteldedir.
Gecenin geç bir vaktidir.  Eşi Vera uyumaktadır. Abidin Dino ile telefonda konuşmaktadırlar.

Kendisi, Vera uyanmasın diye konuşamamaktadır. Dilden dile dolaşan şiirlerini yazdığı ana dili Türkçe’yi o kadar özlemiştir ki Dino’ya şunu söyler:
-“Abidin, biliyorum çok geç oldu, Vera yeni uyudu. Ben konuşamasam bile n’olur sen konuş, ben dinleyeyim. Ama ne kadar konuşursan konuş. Türkçe’ye o kadar hasret kaldım ki anlatamam!”
Ana dilini konuşmak, duygu ve düşüncelerini anlatmak, okumak ve yazmak çok önemli ve bir zorunluluk. İnsanlar türkü ve şarkılarını anadilleriyle söylerler. Ana dilleriyle sevinir; anadilleriyle üzülürler. Anadilleriyle yakarlar ağıtlarını(1).  Bu her insan için doğru. Her insan ana dilini her yerde, kendi ülkesinin herhangi bir bölgesinde de; dünyanın herhangi bir ülkesinde de çok rahat konuşabilmeli. Hatta devlet ve kurumlar, insanları buna özendirmeli ve desteklemeli. Çünkü her dil güzel; her dil bir zenginlik. Güzellikler ve zenginlikler çoğaltılmalı, geliştirilmeli. Bir dil bir başka dilin egemenliği ve baskısı altında olmamalı. Öyle olunca o dil gelişemez. Hatta, diğer dili baskı altına almak için uğraşan egemen dil bile bu mücadele içinde kendisini geliştiremez. Öyleyse diller özgür olmalı.
Yalnızca diller değil dinler de özgür olmalı. Yani bir din, diğer din üzerinde egemenlik kurmaya çalışmamalı. Hatta din özgürlüğünün, inancının gereğini yapma ve bunu anlaşılır bir şekilde yapmak bakımından ana diliyle yapmasıyla da ilgisi vardır diye düşünüyorum. Yani her dinin, kabul gördüğü ve benimsendiği ulusun diliyle uygulanmasının daha doğru olacağına inanıyorum. Kısaca insanlar kime, ne için ibadet ettiğinin bilincinde olmalı. Bu bilincin yaratılabilmesi de ancak ana dil ile yapılmasıyla mümkün. Yani insanlar Tanrı’sından ne istediğini; ettiği duanın anlamını bilmeli(2). Okuduklarımızdan ve televizyonda gördüklerimizden edindiğimiz kadarıyla, örneğin Musevilik ve Hristiyanlık’ta insanlar bir dini kabul ederken kendi dillerini kullandılar. Kendi dilleriyle yalvardılar Tanrı’ya. Kendi dilleriyle yaptılar ibadetlerini.
Ama ülkemizde öyle olmadı. İnanan ve ibadet eden insanlarımızın pek çoğunun dili, yüreği, aklı arasındaki bağlantı gerçekleştirilemedi. Bu bağın kurulamaması için de siyasiler ne mümkünse yaptılar(3). Çıkar çevreleri bilerek ve isteyerek, örneğin Jan Gutenberg’in 1492’de bulduğu matbaanın yurdumuza gelmesini 1727 yılına, İbrahim Müteferrika dönemine kadar – yaklaşık üç yüz yıl-  geciktirdiler. O yıllarda çoğunlukla dini içerikten oluşan bilgilerin, insanların pek çoğu tarafından bilinmesi işlerine gelmiyordu. Yani dili ile aklı arasındaki bağlantıyı kurmasını engellemek gerekiyordu.
Bugün de böyle. Bir kısım siyasetçiler, “görünür kılmak” diye söyledikleri dini, öyle bir siyasallaştırdılar ki din “ruhsuz dünyanın ruhu” olmaktan çıktı. Halkın “afyonu” haline sokuldu.
Örneğin, ana dilimizle sorduğumuz hal ve hatırlar, yıllarca telefonlardaki seslenme sözcüklerimiz, duygu ve düşüncelerimizi yeterince anlatıyorken, DİNİ ÇAĞRIŞTIRSIN VE DİNSELLEŞSİN diye, bilerek ve isteyerek Arapça veya Farsça oldu. Halk bunu saf bir şekilde kabullenir ve uygularken, halkın dini duygularının sömürülmesinden beslenen siyasetçiler bunu kötüye kullandılar. 17-25 Aralık yolsuzluklarının ilk ortaya çıktığı günlerde, tepede o günün Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan oğlu Bilal’le “sıfırlama” işini telefonla “selamünaleyküm” ve “aleykümselam”larla konuşurken, tabanda halk telefonlarda “alo” yerine, aynı sözcükleri kullanıyordu. Halkın kullandığı sözcükten, başına sardığı türbana kadar değişen günlük hayat tarzı, dini siyasallaştıran bu zihniyetin de binasına birer tuğla koyuyordu.
Çünkü din haline getirilmiş bir hayatta insanları yönetmek ve yönlendirmek daha kolaydı.

(1)-Yıllar önce, Doğu veya Güney-doğu illerimizin birinde yaşanan bir çatışmada oğlunu kaybeden bir ana Kürtçe ağıt yakarak ağlarken yüzbaşı tarafından “Neden Türkçe ağlamıyorsun?” diye dipçikle dövüldüğünü okumuştum.
(2) 1970’li yıllarda öğretmen okulunda okuduğumuz, Nihat Sami Banarlı’nın Edebiyat kitabında yer alan “Vatan” şiirinde şöyle diyordu: “Bir ülke ki camisinde Türkçe ezan okunur/ Herkes buyruğunu Hüda’nın/ Bir ülke ki namazında Türkçe dua okunur/ Herkes bilir namazdaki anlamını duanın.”
(3) Örneğin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilâl’le “paraları sıfırlamak” için  gecenin sabaha evrildiği bir saatte telefonda konuşurken “esselamünaleykûm” ve “aleykûmselam” diye konuşmaya başlamaları ve öyle bitirmeleri; Ahmet Davutoğlu’nun başbakanken, aklı-sıra esnafa, halka selamlaşmayı öğütlerken “selamünaleykûm” diye selamlaşmalarını salık vermesi.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here