Doğada, evrende ve yaşamda, varlığın devamı aslında bir denge sorunu. 

Baksanıza,  yerküre uzayda, merkezkaç kuvveti ve onun belli bir hızda devam etmesi sayesinde duruyor. Doğa, ancak ısı, nem ve hava gibi unsurların belli oranlarda olması halinde, canlıların hayatını sürdürebileceklerini söylüyor. Çünkü, var oluşun nedenleri de bu dengeyi zorunlu kılıyor. Yani, var oluşun nedenlerini korumazsanız, hayatın da devamını sağlayamazsınız.
Canlının hayatı, kendi içinde, ayrıca bir kimya dengesi olarak açıklanıyor. Toplum hayatı da öyle. Onda da, sürekliliğin sağlanması öz (ruh) ile biçim (madde) arasındaki dengeye ve uyuma bağlı. Yani, yeryüzündeki bir tek canlıdan evrendeki yerküreye varıncaya dek, hayatın devamı,  birbiriyle doğrudan veya dolaylı olarak ilişkili. Birbirini hem iyi yönde, hem kötü yönde etkiliyor. Dolayısıyla o dengeyi çok dikkatle korumak gerek. Yani, özellikle toplum- birey ilişkilerinde, “ormana bakarken ağacı”; “ağaca bakarken ormanı” gözden kaçırmamak gerek. Bunun için de insan psikolojisini ve toplum sosyolojisini çok iyi bilmeli. Zamana yayılsa bile, insanı veya toplumu baskı altına almaya çalışmak, işin doğası gereği, bireyi de, toplumu da patlatır. Bu, kurbağayı sıcak suda yavaş yavaş haşlamak deneyi ile bile açıklanamaz. Toplumun bir kısmını, inançtan, tevekkülden, bilinç eksikliği ve bilinç çarpıklığından yola çıkarak daha uzun süre oyalamak mümkündür ama tamamını oyalamak mümkün değildir. Çünkü, insanların bir kısmını bir kez; bir kısmını birkaç kez kandırabilirsiniz; ama insanı ve insanlığı sonsuza dek kandıramazsınız. Bedel ödettiklerinize karşı –keser döner, sap döner; gün gelir hesap döner- siz bedel ödemek zorunda kalırsınız.
Yine işin doğası gereği, insanlar da, toplumlar da yaşadıkları olaylardan farklı etkilenirler. Herkesin eşiği, çıtası farklı yüksekliktedir. Çünkü, yer, zaman ve toplum farklılıkları, farklı sonuçları doğururlar. Yani, Mısır’da, Arap Ülkelerinde uygulanan şeylerin Türkiye’de uygulanması aynı sonuçları vermez. Vermedi de.
Şimdiki siyasi iktidar bunu bilemedi.  Kendisine biçilen rol ve verilen görev gereği, toplumu da eğip bükmeye çalıştı. O da O’nun doğası gereğiydi. Çünkü kimler iş başına getirdiyse; kimler için iş başına getirildiyse ona uygun hareket etmesi gerekirdi. Öyle de oldu. Anadolu Sermayesi adı altında kendi sermaye gurubunu geliştirdi. Başbakan’ın kendisi de dünyanın sayılı sermayedarları arasına girdi. Türkiye de dünyanın, ekonomisi büyük ülkeleri arasında 16. Sırada yerini aldı. Yalnız bu büyüklük halka yansımadı. Çünkü, kapitalist ülkelerde, ekonomik büyüme, kalkınma hızı, kişi başına düşen ortalama pay, hep halkı aldatma ve oyalama aracı olarak kaldı. Başka türlü olamazdı. Sistemin doğası bunu gerektiriyordu. Oysa, asıl olan bu ölçütlerin toplumun hayatına nasıl yansıdığı idi. Yani insanlar, daha önceye göre konut, eğitim, sağlık, beslenme vb. gereksinimlerini daha mı kolay karşılıyorlar; yoksa daha mı çok zorlanıyorlar? Ya da nelerden vazgeçerek bunları edinebiliyorlar? Asıl bunlara bakmak gerekir.
Ayrıca diyalektik gereği bir de işin diğer tarafına bakmak gerekir. Yani, toplumun diğer kesimi, yani bizim emeğimiz üzerinden hayatını sürdürenler, ne durumdalar? Daha mı zorlanıyorlar? Gereksinimlerini daha mı kolay karşılıyorlar? Karşılıyorlarsa, neden ve nasıl karşılıyorlar? Bilmemiz gereken bu. Herhalde o zaman gerçeği görürüz.
Gezi direnişi, yasal bir direnme hakkı olmakla birlikte, aynı zamanda halkın vicdanında yerini bulmuş, meşru bir halk hareketidir. Asıl meşru olmayanlar, direnişi anlamak; diyalog kurmak yerine onu şiddet kullanarak bastırmaya çalışanlardır.
Gezi direnişi bir devrim değildir ama devrimci bir durumdur. Bir alt-üst oluş yaşanmaktadır. Sokakları bile tutsak alan korku duvarı aşılmıştır. Artık sokaklar özgürdür. Özgür kalacaktır. Baskı ve şiddet arttıkça, karşı şiddet ve özgürlük talebi de artacaktır. İşin doğası budur. Ama sağduyudan yoksun düşünce sistematiğinin bunu fark etmesi, anlaması mümkün değildir. Anlaması mümkün olmayınca da kabullenmesi mümkün olmayacaktır.
Hiçbir şey artık “gezi”den önceki gibi değildir. “Aynı ırmağa girmiyoruz.”  Her şeyi zaman ve koşullar ile bunlara kitlelerin el atması belirleyecektir. Bu işin kaderinde yenilmek de vardır; ama her yenilgi bir kayıp değildir. Kimi yenilgiler, zafere giden yolun işaret taşlarıdır. Hem tarih göstermiştir ki yenilenler en iyi öğrenenlerdir. Asıl yenilgi mücadele etmemektir. Mücadele edenler, hep kazanamazlar; ama kazananlar, hep mücadele edenlerdir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, insanlık tarihi boyunca bütün süreçler hep ileri evrilmiştir. Her evrim, doğanın ve toplumun diyalektiğine uygun olarak, barışı, kardeşliği, çok çeşitliliği insanlığın önüne koymuştur.  
Statükocuların, totaliter yönetimlerin görmesi gerekir ki, yıllardır hararetle savunmaya çalıştıkları İslamiyet ve O’nun peygamberi Hz. Muhammet bile, kendinden önceki toplumun ilerisinde bir toplumun inşası için çalışmıştır. Yani, peygamber de, tarihin tekerleğine çomak sokmak yerine o tekerleğin ileriye doğru dönmesi için çaba göstermiştir. Cumhuriyet, halifeliğin ve krallığın karşısında; demokrasi cumhuriyetin karşısında ileriye doğru evrilen bir harekettir. Durduramazsınız.
Gezi direnişi de, en yalın anlatımla, bireysel hak ve özgürlüklere, özel hayata karışmaya, toplumu tek tipleştirmeye karşı verilen bir meşru savunma durumudur.  O nedenle, bugün değilse yarın mutlaka kazanacaktır.
      Tarih böyle diyor!                          

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here