Kurban Bayramı’nın üçüncü günüydü. Üyesi olduğum Antalya- Konyaaltı Alevi Kültür Derneği “bayramlaşma pikniği ” düzenlemişti.
Yer Öğretmenler Mahallesi’ndeki Nashura Park’tı. İçindeki çamlık ve doğal alan bozulmadan, ateş yakılacak ocaklar, el yıkama yerleri, tuvaletler, diğer yapılar gereksinimi karşılayacak durumdaydı.
Sabah on birden başlayarak, insanlar gelmeye başladı. Dost yüzleriydi gelenler. Herkesin gözleri birbirine sevgiyle bakıyordu.
“Merhaba”lar, “Günaydın”lar dolaşıyordu havada.Kısa bir süre sonra bağlamanın sesi duyuldu. İçimizden gürül gürül akan bir nehirdi ; serin bir dağ yeliydi sanki. Kekik kokuluydu.
Bizim masamız piknik yerinin en batı köşesindeydi. Biraz ötemizde, mahalle halkının tepkilerine karşın durdurulması başarılamayan baz istasyonu vardı. Büyük ve yüksek bir yüksek gerilim hattına yerleştirilmişti.
Bir ara dernek başkanı Tahsin Akpınar kürsüye çıktı.Laiklik, demokrasi ve barış eksenli bir konuşma yaptı. Antalya’da yaşayan Alevilere, Büyükşehir ve Konyaaltı Belediyeleri tarafından söz verilen “Cem ve Kültür Evi”ne değindi. Din dersinin seçmeli ders olması gerektiği yolundaki ortak dileğimizi söyledi.
İnsanlar hem konuşulanları saygıyla dinlediler; hem de evlerinden getirdikleri yiyecek ve içecekleri değerlendirdiler. Çaylar içildi. Ocaklarda ateşler yakıldı. İçkiler yudumlandı.
İşin en güzel ve görkemli tarafı, alanın güney kısmında Divriği Kültür Derneği yazısı çevresinde coşkuyla çekilen “dik halay”, “yan halay “ve “hoş bilezik”ti.Hemen sahnenin önünde Kürt Halk Oyunu “Mircan” insanlara bağlamanın eşliğinde, bir başka şevk ve heyecan veriyordu.
İşte bu barışın resmiydi. Bazan birlikte, bazan yanyana Kürt ve Türk gençleri halaydaydılar. Hiç zorlanan yoktu. Hiç bir farklılık gözükmüyordu.Akşam beşe doğru dost yüzleri, giderek azaldı. Biz de toparlanıp evimize doğru yola çıktık.Hem gidiyor, hem de düşünüyordum: 79.096 cami var iken; nüfusun yaklaşık dörtte birini oluşturan Alevilere, Cem ve Kültür Evi konusunda neden bu kadar zorluk çıkarılırdı? Neden yasal güvence sağlanmazdı? Yüzlerce yıldır bu insanlardan alınan vergilerle bu insanlara neden hizmet götürülmezdi?
Bundan dolayı ” kul hakkı” yenmiş olmuyor muydu? Buna kayıtsız kalanlar da,” kul hakkı” yemeye ortak değil miydi? İnançlar, hayat tarzları tümüyle insanların özel alanlarıyken neden buna karışılırdı?
Oysa bugünlerde görmüştük ki, farklı hayat yaşama anlayışına sahip olanlar, farklı giyinenler, farklı örtünenler, farklı inananlar; birileri dışarıdan çomak sokmazsa barış içinde, birarada yaşayabiliyorlardı.
Çok doğru bulduğum bir laiklik tanımıyla, şimdilik sözümü tamamlamak istiyorum:”Laiklik, din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılmasıysa, gerçek ve nesnel olanla salt inanca bağlı olanın birbirine karıştırılmaması gerekir. Bu, kul ile Tanrı arasına girmemek anlamındaysa, bize dış dünyayı tanıtan bilim ve eğitime dinin sokulmaması anlamına gelecektir. Çağdaş ve bilimsel eğitime dinin sokulması, bilimin yol göstericiliğinden ve çağdaş uygarlıktan uzaklaşmaktır.”