Sevgili Oğlum!
Aslında senin farklılığın, ilkokula başladığında belliydi. Şimdiki gibi değil, köy yerindeydik. Herkes normal olarak Mart’ta okumaya geçerken, sen Kasım’da başlamıştın. Sınıf arkadaşlarınla arandaki fark o kadar belirgindi ki 1.sınıftan 3.sınıfa atlatmayı düşünmüştük seni. Ama ilköğretim müfettişi, Sivaslı hemşehrimiz rahmetli Mustafa Erdönmez’in “yaşıtlarıyla okusun; normal seyrini izlesin; ileriki yıllarda sorun yaşar” sözü üzerine vazgeçtik.
Farklılığın komşularımızla ilişkilerinden de belli oluyordu. Okuldan gelir gelmez önlüğünü çıkarır, komşulara yardıma koşardın. Her gün komşularımızın tarlasında çalışır, onlara yardım ederdin. Öküzlerin arkasında ve sabanın peşinde, çöpten bacaklarınla debelenir dururdun. Bu yüzden de akşam eve, üstün-başın kirlenmiş halde geldiğinde annenden epey fiske yerdin. Oysa ben tarlada olmana, toza-toprağa bulanarak çocukluk yaşamana karşı değildim. Emekçi ve devrimci olacağın o günlerden belliydi aslında. Sanırım her şeye rağmen direnmeyi ve pes etmemeyi de o dönemlerde öğrendin.
Farklılığını bilsem de bunu öne çıkaramıyordum. Kucağa alınıp sevilmemiş bir köylü çocuğu olarak ben, akademik anlamda eğitim görmüş olsam da, bir eğitimci gibi davranmayı bilmiyordum. Yatılı okuduğumuz öğretmen okullarında bu yanımız güdük kalmış. Sevmek ve sevgimizi sözcüklerle anlatmak bize öğretilmemişti. Buradan da anladım ki, sevgi öğretilmiş bir davranışmış. Sevgi emekmiş. Çoluk-çocuğumuzu elbette seviyormuşuz, ama onları korumaya çalışırken de, gerçekte emeğimizi sahiplenmeye; emeğimizi korumaya çalışıyormuşuz.
Eskişehir’e üniversiteye gidinceye dek, 15 yaşında karakolluk olmak vb. gibi, epey badireler atlattın. Devlet şiddetiyle o yaşta tanıştın; üstüne yıkılmaya çalışılan suçu kabul etmedin; istenilen ifadeleri imzalamadın. Ama asıl üniversite seni sen yaptı. Yaşadığın aşklar, sevgiler, arkadaşlıklar, politik mücadeleler seni hem salladı; hem de toprağa kök salmanı sağladı. Anımsarsan, biten ilişkilerinin birinde ben şöyle demiştim: “Özay, rüzgâr vb. etkenler nedeniyle, fidan sürekli sallanır; hem de her yana. Bu sallanma sırasında, fidanla toprak arasında biraz boşluk oluşur. O durumda, fidanın kırılması veya kuruması beklenir; öyle sanılır. Oysa, fidan yeni yeni kılcal kökler oluşturarak, aradaki boşluğu azaltır; toprağa da daha sıkıca tutunur. Bu doğa yasasıdır. Doğa boşluk bırakmaya uygun değildir; boşluklar doldurulmalıdır.” İşte sen de hem sallandın, hem de daha fazla kök saldın toprağa.
Sevgili oğlum! Seni anlatmak zor, her gün de zorlaşıyor. Anlatmak için anlamak gerekiyor. İnsanı anlamaksa çok ayrı bir konu. Annenle tartıştığım bazı zamanlarda şunu söylerdim: “Kadın, sen beni anlamıyorsun, anlayamayacaksın da. Çünkü, büyük uzaklıkları, kilometreleri milimetrelerle ölçmeye çalışıyorsun. Ölçüyü küçük tutuyorsun. Yetmiyor. Ölçüyü büyük tut; geliştir.” Tabi, bunu anneni küçümsemek, kendimi yukarıda bir yerde saymak niyetiyle söylemiyordum. Annenin elindeki ölçü oydu. Başka ölçüsü yoktu. Öyle olunca da olan-biteni doğru kavraması mümkün olmuyordu. Sanırım senin yaşamına girenlerin de sorunu buydu; ölçüleri yetmiyordu. Senin ölçün olayları, yaşadıklarını doğru yorumlamaya uygun ölçülerdi. Olayları, çarpıtarak; eğip-bükerek kendine uydurmaya çalışmıyordun. Prokrustes’in yatağı gibi, kurbanın ölçüsü sana uymayınca, kolunu-bacağını keserek onu ölçüye uydurmaya çalışmıyordun. Onlar seni kendi ölçülerine sokmaya çalışıyorlardı. O da mümkün olmayınca, sonuç hep hüsran oluyor; ama bundan dolayı en ağır ve en uzun süren bedeli de sen ödüyordun.
Senin asıl farklılığın, yaşadığın güçlü bir aşkın arkasından gelen ayrılıkta belli olmuştu. Her şeye karşın kendini bırakmadın. Direndin. Ama asıl önemlisi, direnirken beni de düşündün. Ankara’dan Antalya’ya dönemeyip, gecenin ikisinde ancak bir otele, aç-susuz kendini atmayı başardığın anda söylediğin şu cümle çok büyüktü: “Baba, dayanacak gücüm kalmadı. İhanet benim aşil topuğum; baş edemediğim tek duygu. Kendime kıymak istiyorum. Ama sen aklıma gelince vazgeçiyorum. Çünkü biliyorum ki, benden sonra, hayatın daha da çekilmez olacak. Bunun bedelini de sana ödetmeye çalışacaklar.”
Bu söz üzerine ben de o saatte, Ankara’ya sana gelmek istedim. Sen beni konuşarak rahatlatınca gelmeme gerek kalmadı. Aynı günün sabahında sen Antalya’ya gelmiştin. Rahatlamıştık.
Ama daha sonraki yıllarda, benim yaşadığım bazı özel sıkıntılarda, erken yaşta feleğin çemberinden geçmiş biri olarak sen beni teselli ettin, frenledin. Yanlış yapmamı önledin.
Özgür’ün de, senin de hayatınızdaki zorluklarda ve sıkıntılarda, kendimde de bir şeyler aradım. “Nerede yanlış yaptım, nerede zarar verdim?” diye kendimi sorguladım. “Neden halen aynı tempoda çalışmak zorundayım? “Neden halen çocuklarım, bu kadar düzgün kişilik sahibi olmalarına karşın, ekonomik olarak kendi kendilerine yetecek durumda değiller?”
Görebildiğim yanlışlarımı yinelememeye, azaltmaya çalıştım. Örneğin, yanlış da olsa, kararınızın ve sorumluluğunun size ait olmasını istedim.
Beni bazen öyle zayıf bir yerimden vurdun ki, yanlış olduğuna inandığım bir durumun yanlışlığını sana söyleyemedim. Bunu evliliğinde daha somut yaşadık. Şöyle demiştin:
-Baba, sen “olmaz!” dersen bu evlilik olmaz; ama senin de “olmaz!” demeyeceğini biliyorum.”
Bu aynı zamanda, bu kararı senin vermek istediğinin de bir başka anlatımıydı.
Bugün aynı durumda, aynı soruyla karşılaşsam, sanırım aynı yanıtı veririm. Çünkü, insan ileride kötü çıkma olasılığı olan bir konu ile ilgili olarak, -ki evlilik bu kategoriye çok uygun- evladının yaşayacağı sıkıntıların nedeni olmaktan korkuyor. Öyle bir ağırlığın altında olmak istemiyor. Bu bir kaçış değil, bunu da biliyorum.
Giderek anladım ki, insan arkadaşının, eşinin ailesini de bilmeli, tanımalıymış. İnsan, aileyi ve feodal çevresini aşarak bağımsız bir kişilik geliştiremiyor. Sen ve ben bunu büyük ölçüde başardık; ama herkes başaramıyor.
Sevgili oğlum, sen başkasın. İnsan ilişkilerin başka, duygusal ilişkilerin başka, politik ilişkilerin başka. Hepsinde de sana özgü bir ilkeli duruşun var. Bütün ilişkilerinde göz hizasında olmak istiyorsun; ama karşı taraf senin hizanda değil. O nedenle de hep sıkıntı yaşıyorsun. Ayrılınca da diğer taraf darmadağın oluyor. Çünkü kendi kanatları yok. Aslında bir dala konuyorlar; dal kırılınca da uçamıyorlar. Sonraki hayatlarında da sende bulduklarını bulamıyorlar. Çünkü onlar artık, senden önceki insan değiller. Olmadıklarını da uzaklaştıktan sonra anlayabiliyorlar. Yani, aynı ırmakta olmadıklarını ancak fark edebiliyorlar.
Kadınlar konusunda çok ayrıcalıklı bir durumun var. Seni çok çabuk buluyorlar; ama sen de onları “bağrına basmakta” zorlanmıyorsun. Bunu bir zaaf; bir zayıflık gibi düşünmüyorum. Sanırım olduğun gibisin; onlara da olduğun gibi görünüyor ve olanca açıklığınla davranıyorsun. Sevecen, saygılı, korumacı oluyorsun. Bunlar güzel şeyler. Ama aynı kadınlar, diğer erkeklerde olmayan bazı şeylerin sende olduğunu görünce de sana yetişmeye çalışıyorlar. Aradaki farkı kapatma telaşına düşüyorlar. Oysa sen onların senin gibi olmalarını beklemiyorsun. Senin kendinde barındırdığın ve onlara sunmaya çalıştığın özgüven, özgürlük, saygı ve eşitlik toplumun çoğunluğunda olmayınca işler topallamaya başlıyor. Bir süre sonra da dağılıyor.
Bir yandan da düşünüyorum; kadın ve erkek arasındaki bu ilişkiler niçin var? Olmasa olmaz mı? Temelde bu ilişkilerin, bir hayatı birlikte yaşayabilmek için var olduğuna inanıyorum. O anlamda da “olmazsa olmaz” diye düşünüyorum. Toplumun çoğunluğunda evlilik, üreme içgüdüsüyle yapılıyor. Oysa evlilik, akıllıca yapılması ve kendi dengiyle olması gereken bir iş. Sen ise evliliği “birlikte özgür olmak” olarak düşünüyorsun. Bu iki kişilik hayattan bile beklentilerin herkesinkinden çok farklı. Oraya erişmeye çalışıyorlar. Ama erişemiyorlar. Oysa sen işi yarış gibi düşünmüyorsun. Sana yetişsinler diye istemiyorsun. Kendisi olsunlar, özgür olsunlar istiyorsun.
“Deneyim, yenen kazıkların bileşkesidir” veya “Saçlarınız döküldükten sonra tarak sahibi olmanızdır” derler ya, ben de deneyimimi kontrol ediyorum; özellikle evli çiftler konusunda, eşlerden birini tanımıyor olsam bile-özellikle evli kadını tanıdıktan sonra- nasıl sürdüğüne inanmakta zorlandığım evliliklerin yürümediğini gördüm. Daha bugün bile, sezgilerimin beni doğruladığını gördüm. Yani, deneyimlerim beni yanıltmadı ama kendi başıma sürecek merhemim yok.
Hiç sorunsuz olmadın. Başın ayık kalmadı hiç. Kucak açtığın, kolladığın pek çok arkadaşından zarar gördün. Zaman zaman sendeledin, ama düşmedin. Hep örgütlü olmayı savundun ve öyle oldun; ama sorgulamaktan da hiç vazgeçmedin. “Örgütlü olmak” ile “tarikat üyesi olmak” arasındaki farkı korudun. Yalnız kalmak pahasına vicdanına uymayan hiçbir şeyi yapmadın. Kişiliğinden, ilkelerinden ödün vermeden, yine YOL’una, YOLCU’luğuna devam ettin.
Yaşadıklarını oturup birlikte değerlendirdik. O kadar haklıydın, ne yaptığını, ne yapman gerektiğini o kadar iyi biliyordun ve kendini o kadar doğru ifade ediyordun ki, söyleyecek söz kalmıyordu. Örneğin, iki yıl önce yaşadığın benzeri bir ilişkide, bitişinden sonraki duygularını, “kusmakla” açıklaman üstüne söyleyecek söz bulamadım. Bazen ben bile, haklı olduğumu sandığım; senin yanlış yaptığını düşündüğüm bir konuda sana söyleyecek söz bulamıyordum. Yaşadıklarınla söylediklerin birbiriyle hep örtüşüyordu.
Aslında hayat mayın tarlası gibi. İnsanın nerede, ne zaman, ne ile karşılaşacağı hiç belli değil. O nedenle biraz esnek olmak, her zaman, hemen her konuda biraz yanılma payı bırakmak gerek. Yoksa, katı olan kırılma yaşıyor. (Bu anda kirpilerin öyküsü aklıma geldi, sen bildiğin için de burada yinelemek istemiyorum.) Mümkün olduğu kadar, bazı şeylere hazırlıklı olmak gerek sanırım. Yoksa, hep hazırlıksız yakalanmış oluyoruz. Bunu biraz da kendi hayatımla ilişkilendirerek anlatmaya çalışayım:
Anımsar mısın; Demirtaş’ta olduğumuz seksenli yıllarda eski bir siyah bisikletimiz vardı. Bir gün, kahvelerden köprüye doğru hızla sürerken, telle tutturduğum ön tekerleğin kapağı, tel kopunca tekerleğin üstüne düştü. Ani ve kuvvetli fren yapmış gibi olunca, beni üzerinden attı. Asfalta düştüm. Elim-kolum; dizim-dirseğim biraz yaralandı. Kalkıp, üstümü-başımı düzelttim. Kapağı yeniden telle tutturdum. Yavaş yavaş yoluma devam ettim. Her an aynı kazayı yaşayabilirim korkusuyla davrandım. Ama ciddi bir şekilde hiç düşmedim. Bu basit olay benim için bir hayat kuralı oldu.
Yani oğlum, o insanlara söyleyecek fazla bir şey yok. Hayat, çok fazla ince eleyip, sık dokumaya gelmiyor. Bazen inceldiği yerden kopsun demek ve onu da hayata geçirmek gerekiyor. Zincirlerini fark etmek kolay değil. İnsanlar da ancak hareket edince zincirlerinin farkında olabiliyorlar. Ama o zincirleri kırmak çok emek ve çok zaman istiyor. Ve hayat bitmeden de, hayatı birlikte götürebilecek bir kadını bulmak,- klasik de olsa- evlenmek gerekiyor.
Evlilik çok zor bir kurum. Bazen iki farklı malzemeden bina yapmak gibi bir şey. Örneğin, demir ve çimento, görünüşte birbirinden çok farklı iki malzemedir. Ama bina yapımında en uygun iki malzemedir. Çünkü, uzama ve genleşme kat sayıları aynıdır. Bana göre evlilik de öyledir. İki tarafın da kat sayıları birbirine uygun olmalıdır. Yani hayat ve yaşadıkları olaylar karşısındaki etkilenmeleri, tutum ve davranışları – en azından- birbirine yakın olmalıdır.
Sonuç olarak evlenmeli. Her an yanında göremediğin insanlar için, toplum için bir şeyler yaparken; insanın hep yanında, karşısında duran eşi, çocuğu ve sevdiği için bir şeyler yapması güzel bir şey. İnsanın kendisi mutsuz olabilir, ama yine de, mutsuz da olsa topluma bir birey (çocuk) vermesi güzel bir şey.
Ne yapalım, ya biraz mutlu olmakla yetineceksin; ya da biraz filozof olacaksın!