
“Bir ulusun yönetimi bana bırakılsaydı, ilkin dili düzeltirdim.
Çünkü dil düzgün dil olmayınca söylenen söz anlaşılmaz ve yapılması gereken yapılmadan kalır. Böyle olunca da töre ve sanat geriler; adalet yoldan çıkar; halk çaresizlik içinde kalır. İşte bundan dolayı söylenmesi gereken başıboş bırakılamaz. Bu her şeyden önemlidir.” (Konfüçyüs)
………………………………………………………………………………………
Dinin kendi doğal yatağından başka taraflara doğru kaydırıldığı, her şeyin alınıp satılır bir meta haline getirildiği bugünlere durup dururken gelmedik. Bunun için her türlü olanak kullanıldı. Oysa bizim halkın diniyle, inancıyla, ibadetiyle bir alıp veremediğimiz yoktu. Bizim asıl derdimiz egemenlerin ve tüccarların, halkın din ve inancını kendi emelleri ve siyasi iktidarları için kullanmalarıydı. Laiklikten yana olanlar, hayatın bu hale getirileceğini biliyorduk. Ama samimi inanç sahibi insanlar bunun farkında değillerdi.
Bu topraklarda binlerce yıldır birlikte yaşayan halkların dinden ayrı, bir de ana dilleri vardı. Yaygın olan, resmi dil olan Türkçe’yi de güzel konuşuyorlardı. Bir Rum’un, Ermeni’nin, Kürt’ün farklı şiveyle de olsa gerektiğinde Türkçe’yi konuşmaları bir çeşni, bir güzellikti. Bunu Yeşilçam filmlerinde sempatiyle izliyorduk. Hatta o söyleyişlere öykünmeye bile çalışıyorduk.
Veya köylerde, kasabalarda selamlaşmaların arkasında siyasi bir amaç yoktu. İnsanlar bulunduğu topluluklara “selamünaleyküm ” diyerek girdiğinde “aleykümselam” diye karşılanır; herkes gelen kişiyle, -elini kalbinin üzerine koyarak- “merhaba”laşırdı.
Kapitalizm halkın dilini de bozdu. Telefon konuşmalarındaki “alo” veya “merhaba” diye başlattığımız konuşma şeklini bile kendi siyasi amaçları için kullandılar. “Alo” yerine Arapça “selamünaleyküm” demeye başladılar. Bunu 17-25 Aralık yolsuzlukları sırasında, o zamanki Başbakan da oğluyla paraları sıfırlaması gerektiği zaman konuşuyordu. Öyle bir fanatik ve aykırı bir konuşma tarzıydı ki bu, oğul Bilâl telefonu “aleykümselam” diyerek kapatıyordu. Bu dil ve seslenme tarzı bir kısım insanlarda fanatik bir şekilde maksatlı olarak yapılırken bir kısmında ise “uydum kalabalığa” anlayışıyla ve bilinçsizce kullanılıyordu. Telefonda bu şekilde konuşma tarzı o kadar yaygınlaştı ki farkında ve bilincinde olmadan her bir insan mevcut siyasi iktidarın zihniyetinin ve propagandasının yaygınlaşmasına, güçlenmesine katkı yapmış oldu.
Oysa, bilmeleri gerekirdi ki, Dale Spancer’in de belirttiği gibi, “dil, tarafsız değildir. Dil yalnızca düşünceleri taşıyan bir araç da değildir. Çünkü dil aynı zamanda düşünceleri şekillendirir, değiştirir, dönüştürür.”
Bunu, duygu insanı, dil ustası ve günümüzün büyük şairlerinden Şükrü Erbaş, “Dil, hem kültürü oluşturur; hem de kültür dili oluşturur” diyerek özetler.
Dilde özleşmeden yana olduğunu söyleyen bazı insanlar bile bu havaya girdiler ve örneğin –aynı anlama gelen Türkçe “ilgi” yerine, Arapça “alaka” sözcüğünü kullanır oldular. Hatta bazen ikisini birden, aynı cümle içinde ve yan yana söylediler. Üstelik bunu bir de televizyon programlarında yaptılar. Yani onlar da dili ve medyayı, iktidarın ideolojisinin kitlelere ulaştırılmasının bir aracı olarak kullanmış oldular.
Yani, bilgili bir ahmak olarak bilgisiz bir ahmaktan daha büyük bir ahmaklık ettiler.
(NOT: Bu yazıyı yazdıktan bir gün sonra, gazeteler ve televizyonlar şöyle bir haberi yazıyordu):
“Kadıköy’de arkadaşlarıyla kartopu oynarken, kartopunun birinin bir esnafın camına çarpmasından dolayı, esnaf Serkan Azizoğlu tarafından bıçaklanarak öldürülen Nuh Köklü’nün, Anadolu 5. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki ilk duruşmasında, sanık Serkan Azizoğlu’nun ağabeyi Barış Azizoğlu tarafından Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a şöyle bir mektup yazıldığı ortaya çıktı:
“Selamünaleyküm Sayın Cumhurbaşkanım Recep Tayyip Erdoğan!”
“Vefat eden kişi AKP’ye karşı ve Gezi olayının öncülerindendir. Ben, Halveti Uşaki Kasımpaşa’daki Seyit Hasan Hüsamettin Uşaki Hazretlerine bağlıyım. Şeyhim, Eyüp Fatih Şaban Nurullah Hazretleridir.”
“Sizlere duacıyız. Bu olayda yanımızda olmanızı temenni ederiz. Rabbime emanet olun.”
“Selamünaleyküm!”