
“Totaliter rejimlerin tohumları ıstırap ve yoklukla beslenir.
Sefalet ve ihtilâfın kötücül toprağında yayılır ve büyürler. Halkın daha iyi bir hayat umudu söndüğünde tam erginliğe ulaşırlar.” (Henry Truman 1947)
……………………………………………
Siz buna solcu hastalığı diyebilirsiniz; siz buna öğretmen hastalığı diyebilirsiniz; siz buna kuşkucu bir mantıkla bir şeyi kaynağından öğrenme çabası diyebilirsiniz. Ne demek olduğunu dağdaki çoban; tarladaki köylü; okuldaki öğrenci de biliyor ama ben yine de “diktatör” sözcüğünün anlamını iki kaynaktan bakarak başlamak istedim söze.
TDK diktatör sözcüğünü, “Bütün siyasi yetkileri kendinde toplamış olan kimse” ; diktatörlüğü ise “Egemen ve mutlak siyasi bir gücün, bir veya birçok kişinin oluşturduğu bir yürütme organınca, denetimsiz olarak yürütüldüğü siyasi düzen” olarak tanımlıyor.
Büyük Larousse ise diktatörü: “Bütün siyasi yetkileri mutlak biçimde elinde tutan ve onları denetlenmeksizin kullanan devlet başkanı”; diktatörlüğü de “Bir kişinin veya birkaç kişilik gurubun, iktidarı elinde tuttuğu, denetimsiz, otoriter biçimdeki siyasi rejim” diye açıklıyor.
Diktatörlükler, kabaca askeri ve sivil diktatörlükler olmak üzere ikiye ayrılırlar.
Fransa’da yaşayan Suriye’li şair Adonis “Askeri diktatörlüğü, kafamızı ve düşüncemizi kontrol eden; sivil (dini) diktatörlüğü ise kafamızı, kalbimizi, ruhumuzu, bedenimizi, yani bütün hayatımızı kontrol eden yönetim biçimi” olarak tanımlar.
Diktatörlüğü toplumun gözünden saklamanın da çeşitli yöntemleri var. Örneğin Hitler gibi, çocukları severken görüntülenmiş fotoğrafları ile dünyaya bir sevgi mesajı verirken, görkemli askeri törenleriyle bir güçlülük mesajı; Auschwitz toplama kamplarında milyonlarca insanı yok ettirirken de bir korku mesajı vermeye ve toplumu teslim almaya çalışırlar.
Sudan’da El Beşiri’nin iktidarında olduğu gibi, ülke insanlarını birbirine düşürerek yüz binlerce insanın birbirinin boğazlamasının nedeni olurlar. Saddam gibi, Kaddafi gibi, bir yandan halkına nisbi bir refah verip diğer yandan da kendileri altın kaplamalı saraylarda yaşayarak tek adam diktatörlüğü oluştururlar.
Ya da bizde Tayyip Erdoğan’ın yaptığı gibi, Mısır’daki Esma çocuğa ağlarken Gezi Direnişi’nde polis kurşunuyla ölen gençlerin öldürülme emirlerini kendisinin verdiğini söyleyerek, ölen insanların sevenlerinin yaralarını kanırtır, acılarını dağlarlar. Ölüsü kıyıya vuran mülteci bebek Aylan Kûrdi için ruhlarında yara oluşmaz. Veya Ankara katliamında olduğu gibi olay yerine bir güvenlik ordusuyla –göstermelik bir niyetle- dört gün sonra gelip karanfil koyarken, diğer yandan da birbiriyle savaşan örgütleri o katliamda iş/birliği yapmış gibi göstererek kendilerini sorumluluktan azade etmeye; özellikle şartlandırılmış kitlelerde kafa karışıklığı yaratmaya çalışırlar.
Diktatörler ve çevresindekiler, sürekli nefret dilini kullanıp insanları ayrıştırarak; halkı etnik ve inanç bakımından bölüp birbirine düşman ederek; taşeron sistem vb. yöntemlerle çalışan kesimlerin örgütlenmesini baltalayıp mücadele günü kırarak kendi iktidarlarını sürdürmeyi büyük ölçüde başarırlar. Zaten yoksulluğun, işsizliğin, çok kültürlü ve çok inançlığın olduğu ülkelerde bunun alt yapısı var sayılır. Geriye, iktidarlar tarafından var olan sistemin sürdürülebilmesi için bunun amaca uygun şekilde kullanılabilmesi kalır.
Diktatörlerde empati diye bir kavram yoktur; doğası gereği olamaz da. Onlar kişilik hakları ve insan hakları bakımından bireye saygılı olamazlar; kitlelerden kendileri için korkuyla karışık bir saygı beklerler. Başkalarının acılarını anlayamazlar.
Diktatörlerde sevgi de yoktur. Onlar “narsist”tir, yalnızca kendilerini severler. Kendilerine âşıktırlar. Hiç yanlış yapmazlar. Hiç yanlış yapmayınca da hiçbir eleştiriye tahammül edemezler.
Adı kral, adı sultan, adı devlet başkanı, adı cumhurbaşkanı olabilir, ama özü diktatör olan bu kişiler saraylarda, izole bir hayat yaşarlar. Dünyaları halkın dünyasından ayrıdır. Taht-ı revanlarda, süslü faytonlarda, lüks otomobillerde, zırhlı araçlarda koruma ordularıyla halkın arasına ancak çıkabilen bu zat-ı muhteremler için halk, sıkıştıkça iktidarlarını sürdürebilmek amacıyla kan tazelemek veya at değiştirmek için başvurabilecekleri birer oy deposudur. Yani bir seçim malzemesidir.
Bunlara soru sorulmaz. Sordurmazlar. Hele hele hiç sorgulatmazlar. Ancak istedikleri yanıtı alabilmek için soru sorarlar. Sorgularlar. Hatta sorgulamadan yargılarlar. Cezalandırırlar. Asarlar. Çünkü güç(erk), yargıya hükmetmelerini sağlar. Yargı(yasa) onların doğrularını geliştirmek için bir vidalı cıvata gibidir. Cıvata onların eliyle sıkılır veya gevşetilir. Özellikle kendi iç dinamikleriyle gelişememiş montaj ülkelerde, demokratik haklar da -gelişmiş ülkelerdeki gibi mücadeleyle elde edilmediği için- çok fazla korunamaz. Cıvatanın her gevşedilmesi bir lütuf gibi algılanır. Egemenlerin istediği de budur.
Bakın George Orwel bu koşullandırılmış olmayı bir örneklemeyle nasıl açıklıyor:
“Sirk köpekleri, eğiticiler kamçılarını şaklattıkları zaman zıplarlar. Fakat gerçekten eğitilmiş bir köpek kırbaç olmadığı zaman da kendi taklasını atar.”
Halkıyla bütünleşmeyen, halkından çok farklı bir biçimde saraylarda yaşayan bu insanların iktidarlarının da uzun ömürlü olmasının olanağı yoktur. Ancak, sermaye sahiplerinde; hükümette ve hükümet çevrelerinde, güç ve iktidar hırsı sağ/duyunun gelişmesini engeller. Var edilemeyen ve gelişemeyen sağ/duyuyla da halkın sıkıntıları ve bunun yol açacağı yıkımlar önceden görülemez. Çünkü asl’olan, neye mal olursa olsun onların iktidarının sürdürülebilmesidir.
Ama, halkıyla bütünleşmiş, halkı gibi yaşam süren, yeryüzünün her tarafına gönüllü doktorlar gönderen, mutlulukta dünyanın ilk sıralarında yer alan Küba’nın ünlü sosyalist önderi Fidel Castro diktatörlerin kaderine ilişkin öyle bir söz söylüyor ki başka söze gerek kalmıyor:
“DİKTATÖRLER YENİLİRSE HER ŞEYİNİ KAYBEDER; BİZ YENİLSEK DE YENİDEN BAŞLARIZ.”