Elimden geldiği; gücümün yettiği; koşullarımın elverdiği kadarıyla, hayata karşı gözümü, kulağımı, tüm alıcılarımı hep açık tutmak istedim.

Halkın içinde olmaya çalıştım. Öğretmen arkadaşlarım kahvelerde kağıt, domino, okey vb oyunları oynarken ben bir-iki bardak çay içerek, o günün yerel ve genel sorunları konusunda düşünce alış-verişinde olmaya çabaladım. Bunu bir ayrıcalık niyetiyle söylemiyorum, ayrıca o oyunları da bilmiyordum. Bilmemenin hiç eksikliğini duymadım. Öyle olunca da öğrenmek için uğraşmadım. Halen de öyle gidiyor.
Alanya’nın Demirtaş Bucağı’na bağlı Yenidamlar İlkokulu’nda çalışıyordum. Rahmetli Kır Hasan’ın (Hasan Ölmez)  söylediğine göre, o yörenin zengin ve ileri gelenlerinden olan Tokuş’lar kendi köyleri olan Şıh Köyü’ne 1930’lu yıllarda yapılması planlanan okulu  “Okuma-yazma öğrenip uyanırlarsa bizim tarlalarımızda çalışmazlar!” diye, Belen Köyü Yenidamlar Mahallesi’ne yaptırmışlar. O yıllarda, Şıh Köyü Bucak merkeziymiş. Sonradan Demirtaş bucak olmuş. Bugün belediye başkanlığını öğretmen Mustafa Aras’ın yaptığı bir sahil beldesi olan Demirtaş’la Toroslar’ın eteğindeki  Şıh Köyü’nün arası ortalama 15 km.
Ben de, Şıh Köyü’nden de daha uzakta Beldibi Köyü İlkokulunda dört yıl görev yaptıktan sonra 1976’da, atanarak, Yenidamlar İlkokulu’nda görev yapmaya başlamıştım. Okul için, olumsuz anlamda diyecek bir şey yoktu ama lojman büyük sorundu. Lojman diye sığındığımız yerde, yağmur yağınca, damlamadan korunmak için yataklarımızın üstüne bile leğen koyuyorduk.
Bu koşullarda bir yandan eğitim öğretimi sürdürüp, diğer yandan kendimizce ülkemizin kaos ortamından nasıl çıkabileceğinin uğraşını verirken 12 Eylül oldu. Sokağa çıkma yasağı, sıkıyönetim vs. derken her şey allak-bullak oldu. Askeri yönetimin yeni uygulaması gereği geceleri bile okulda- öğretmenler olarak – nöbet tutuyorduk.
Ankara, İstanbul, İzmir gibi büyük şehirler başta olmak üzere tüm ülkede yaşananlar korkunçtu:
          650.000 insan gözaltına alındı.
          1.683.000 kişi fişlendi.
          23.677 dernek ve sendika kapatıldı.
          937 film sansür edildi.
          400 gazeteci 4.000 yılla yargılandı.
          210.000 dava açıldı.
          230.000 kişi yargılandı.
          7.000 idam istendi.
          157 idam cezası verildi.
          50 kişi idam edildi (18’i soldan, 8’i sağdan)
          1.011 kişi cezaevlerinde öldü.
          On binlercesi sakat kaldı
          14.000 kişi vatandaşlıktan çıkarıldı.
          30.000 kişi siyasi mülteci oldu.(*)
Haklarında, hiçbir mahkumiyet kararı olmadan 153 teğmen, 216 üsteğmen, 176 astsubay, 26 yüzbaşı, 2 yarbay ve 447 askeri öğrenci ordudan çıkarıldı.(**)
Erdal Eren, 17 yaşındayken, bir gecede yaşı büyütülerek idam edilmesi bakımından da 12 Eylül hukuksuzluğunun simge uygulaması haline gelmişti.
Elbette bu zulümden Demirtaş Bucağı da payına düşeni almıştı. Ama yine de günlük hayat olağan bir şekilde sürüyordu. Portakal bahçeleri alınıp satılıyor; seralarda turfanda sebze üretiliyor; derslere girilip çıkılıyor; hepsinden daha olağanı Aşık Dede’nin kahve hanesi ve diğer dükkanlar alış-verişini her zamanki yoğunlukta sürdürüyordu.
Bugün bile gerçek adını bilmediğim Aşık Dede, Demirtaş’ın merkez Belen Köyü nüfusuna kayıtlı 55-60 yaşlarında, ak saçlı bir pamuk amcaydı. Beyaz benizliydi. Üst dudağının kenarına doğru, ak bıyıkları ince bir çizgi gibi dururdu. Şapkası başından hiç eksik olmazdı.  Genellikle, Alanya’ya özgü bordo renkli uçkurluklu siyah şalvarı ayağında olurdu. Sessizdi. Az konuşurdu. Kahve hanenin dışındaki iki kavak ağacının altında, yola taşmayan birkaç tahta masa ve her masa için de 3-4 tane olmak üzere ahşap sandalyeler dururdu. Yan tarafında da, bittikçe, ücretini ödeyerek çayını, şekerini aldığı oğlu Hasan Rende’nin “ binbir çeşit” diyebileceğimiz bakkalı vardı.
Günün en erken saatinde bile kahve hanesini hep açık gördüğümüz Aşık Dede iki evliydi. Ama eşlerini oralarda hiç görmemiştik. Kendisi mi istemezdi; kadınları mı gelmezdi orasını bir türlü anlayamadım.
O yılın kış günlerinden biriydi. Her ne kadar sahil beldesi de olsa, soğuktan korunmak ve çay içerek ısınmak için kahve haneye uğradık. Yanımızda, yöremizde kimler olduğunu anımsayamıyorum ama, yaşına saygımızdan, sıkılarak da olsa çayımızı istedik. Sıcak çaylarımız geldi. Tam o sırada radyo haberleri vermeye başladı. İdam cezasına çarptırılanları sayıyor; pek çok tutuklu için, mahkemenin “ömür boyu hapis” cezası istediğini söylüyordu. Kenan Evren’in de, o günlerde “Asmayalım da besleyelim mi?” sözü dillerdeydi.
Aşık Dede, sandalyeye oturdu. Ciddi bir yüz ifadesiyle, hiç unutamadığım şu cümleyi söyledi:
  “-Ne diye müebbet hapis veriyorlar ki? Ceza evlerinde yıllarca onlara bakacaklarına, iki evlendirsin, salıversinler. Böylelikle hem suçluları ömür boyu çekecekleri bir cezaya çarptırmış olurlar; hem de mahkumları ömür boyu beslemek zorunda kalmazlar!”
………………………………………………………………………………………………………………………………………………………….
(*) Birgün gazetesi 05.04.2012 (Fikri Sağlar)
 (**) Birgün gazetesi 28.08.2011   Hasan Göztepe                                                                        
                                                                                                                                                                                  

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here