“Elit sınıf, yönetimde kalmak ve egemenliğini sürdürmek için polis, asker, mahkemeler vb. baskıcı devlet aygıtlarına olduğu

kadar; din, eğitim, aile gibi ideolojik devlet aygıtlarına da gereksinim duyar. (Luise Althusser- İdeolji ve Devletin İdeoljik Aygıtları- 1970)
……………………

Sanırım Ziya Paşa, Türkçe’yle ilgili bir şey söylemek isterken “Bu ne biçim dildir ki Arap’a söylesen Arap anlamaz, Farisi’ye söylesen Farisi anlamaz; Türk’e söylesen Türk anlamaz” der. Bu nasıl bir demokrasidir ki darbe yapan askerler “demokrasi” diyor; darbeye karşı olan askerler “demokrasi” diyor; halkı sokağa çağıranlar “demokrasi” diyor; sokağa dökülenler “demokrasi” diyor; evlerinde oturanlar “demokrasi” diyor; emeğiyle zar-zor hayatını sürdürenler “demokrasi” diyor.”

Herkes “demokrasi” dediğine göre demek ki ya “demokrasi” iyi bir şey; ya da bunların bir kısmı ikiyüzlülük ediyor. Ama birbirine bu kadar karşıt olanlar aynı şeyi istediklerine göre bu demokrasinin de ne olduğunu anlamak gerekir. Hele de 15 Temmuz’da yaşanan darbe üzerine pek çok şeyin yazıldığı bugünlerde, demokrasinin ne olduğunu, bazı düşünürlerin görüşleri ışığında anlamaya çalışmakta yarar var:

Octavia Paz, “Demokrasinin diyalog rejimi olduğunu, barışa giden yolun demokrasiden geçtiğini ve demokrasinin ancak barışla korunabileceğini; ancak barışın ön koşulunun da, sonucun da özgürlük olduğunu” söylüyor. Bu duruma göre sıkılmış yumruklarla, elde silahlarla diyalog olamayacağına göre, diyalogun olmadığı yerde demokrasiden, özgürlükten ve barıştan söz edilemez.

Akıl ve zekânın gelişmesi ancak özgürlük ortamında; özgürlük ve barış da ancak demokrasi ortamında mümkündür. Demokrasinin olmadığı, akıl ve zekâ gelişemediği yerlerde de ancak düşmanlıklar, korkular ve kaygılar gelişir. Korku ise bireyi, partiyi ve devleti aptallaştırır. Nihai olarak da saldırganlaştırır.

12 Eylül öncesinin gençlik önderlerinden Bülent Forta da diyor ki “Demokrasi (ve hayatın demokratikleşmesi), ne dış güçlerin dayatmasıyla; ne de egemenlerin kendi aralarındaki iktidar kavgalarının sonucunda yeşerir. Demokrasi yönetenlerin değil, yönetilenlerin talebi olduğunda ancak bir ülkenin ufkunda belirir.”

Demokraside yönetenler yönetilenlerin arzularını, gereksinimlerini yerine getirmek zorundadır. Diktatörlüklerdeyse yönetilenler yönetenlerin arzu ve isteklerini yerine getirmek zorunda olurlar. Demokrasilerde halkların istekleri sınırlıdır. Diktatörlükler sağduyudan yoksun olduğu için, yönetenlerin isteklerinin, arzularının, hırslarının sınırı yoktur. Halk “hayır” demedikçe ve verdikçe almak isterler.

Gandhi, halk ve hükümet açısından durumu açıklayarak şöyle diyor: “Halk hükümetten korkarsa tiranlık; hükümet halktan korkarsa demokrasi olur” diyor.

Benjamin Franklin ise öyle bir şeye dikkat çekiyor ki demokrasinin, eşitliğin ve özgürlüğün olmadığı yerde ufukta belirmesi bile mümkün değildir. Çünkü “demokrasi, bir kurtla iki kuzunun akşam yemeğinde ne yeneceğini oylamasıdır. Özgürlük ise, tam teçhizatlı bir kuzunun bu oylamayı reddetmesidir.”

Binlerce yıl öncesinden ise bir antik Yunan Filozofu bize şöyle sesleniyor: “Demokrasi yoksulluk üzerinden kurulamaz ve sürdürülemez.”

Amin Mailouf da “Ölümcül Kimlikler”de demokrasi ile laiklik arasındaki, birbirini karşılıklı besleyen ve azaltan önemli özelliğe dikkat çekerek, “demokrasinin olmadığı laikliğin; hem demokrasi hem de laiklik için felaket “ olacağını söylüyor.

Demokrasi, yalnızca seçimle iş başına gelenlerin bir çoğulculuk rejimi olmayıp, özünde seçilemeyenlerin, azınlıkların, ötekilerin söz hakkının çoğunluk tarafından korunup geliştirildiği bir yönetim biçimidir.
Bu kadar zihin ve ufuk açıcı düşüncelerden sonra bir de din ve demokrasi ilişkisine bakmak gerekir:

Günümüz dünyasında daha net olarak görüldü ki, din ve demokrasi birbirinden ayrı tutulması gereken özneler. Demokraside, din kendi içinde ve kendi alanında tutulması gereken bir özne olarak görülmeli. Yani din kendi mecrasından alınıp bir hayat tarzı, bir devlet biçimi olarak dayatılmamalı. Çünkü demokrasi bir uzlaşma rejimidir. Oysa din veya dinler uzlaşmayı kabul etmez. Her din kendini mutlak doğru olarak ilan eder. Din kendi varlığını tartışmaya kapatır. Laikliğin olmadığı toplumlarda da, bu haliyle din, siyasetçilerin ve ticaretçilerin kötüye kullanımına açık hale gelir.

Tersini söyleyenlere, 12 Eylül rejimiyle başlayıp günümüzde hızla ve toplumun bir kısmına dayatılan “din derslerinin yasal olarak zorunlu olduğunu”; Alevilerin ne kadar yoğun bir baskı altında tutulduğunu, “gâvur” diyerek diğer dinlere nasıl nefretle baktığını anımsatmak isterim. Bu kadar hızlı ve büyük bilimsel gelişmelerin yaşandığı dünyada, teknolojiyi kullanan bir kısım insanların düşüncelerinin neden halen skolastik düzeyde kaldığını düşünmelerini öneririm.

Çünkü o insanlarda sorgulama ve muhakeme yok. Demokratik, laik ve bilimsel eğitimin olmadığı toplumlarda da sorgulama ve muhakeme etme yetisi gelişmiyor, gelişemiyor. Toplumun sosyal gelişiminin gerisinde kalanlar ve halka ekonomik yönden güvenli gelecek sağlayamayan yönetenler sopaya sarılıp darbe yapmaya yöneliyorlar. Ya da aynı yönetenler, iktidarı paylaşma konusunda giderek birbirlerine düşüyorlar. Amaca ulaşmak için her şey mubah hale geliyor.

O nedenle de 10-15 yılda bir sivil veya askeri darbeler yapılıyor. Her darbe yüzlerce, binlerce insanın canından olmasına, ülkenin 50-100 yıl geri gitmesine yol açıyor.
Yani demokrasilerle darbeler bileşik kaplar gibidir; biri yukarı doğru yükselirken diğeri aşağıya doğru iner. Daha açık söylemek gerekirse demokrasi ile darbe bir arada olamaz. Bir varsa diğeri yoktur. İkisinin bir arada düşünülmesi işin doğasına aykırıdır.

Ama mücadele etmeden, emek eksenli örgütlenmeden ne demokrasiyi gerçekleştirmemiz mümkün; ne de darbelerden ve darbelerin kara bulutlarından kurtulmak.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here