bizi bekleyen kimdi unuttuk

acı mıydı, gölge miydi, su muydu?

şurda bırakmıştık güneşin kırılan dalını

okunmuş kitabı şurda, ellerimizi şurda

bir rahlenin önünde diz çöker gibi

bakmıştık, dalgın akan nehre

bizi bekleyen kimdi, unuttuk

                                 Salih Bolat

Dal güzel bir sözcük. Çiçeklerle bezeli bir bahar dalını, pencerenize vuran akasya dalını, suya değen ceviz dalını düşünsenize. Ne müthiş güzelliktir.

Kırılan bir gül dalı içinizi burkmaz mı? İnsan yanınızı incitmez mi? Gözlerinizi yaşartmaz mı, yüreğinizi dağlamaz mı?

Ufff… dal dedim de neler geldi aklıma? Ama ben sözü bizim DAL’a getireceğim. Benim gibi gençliği ya da ilk gençliği 12 Eylül’ün öncesi ve sonrası günlere denk gelmiş insanların bizim dalı bilmemeleri mümkün mü ki?

DAL, uzun adıyla “Derin Araştırmalar Labaratuvarı”,Türkiye tarihinde en yoğun işkencelerin yapıldığı Ankara’daki işkence merkeziydi. Binlerce insan burada işkencelerden geçirildi. Benim sevgili yoldaşlarım, Behçet Dinlerer, Zeynel Abidin Ceylan, Adil Yılmaz, Satılmış Şahin Dokuyucu, İbrahim Eski, Hasan Asker Özmen, Yaşar Gündoğdu, Haydar Öztürk… burada can verdiler.

Benim bilmediklerimi ve unuttuklarımı da siz anımsayın,olur mu?

Geçen gün dört genç, yaşa dışı örgütü öven slogan attıkları iddiasıyla göz altına alınmışlar. Yakınları beni aradılar:”Aman! Avukat bey yetişin, çocuklarımızı göz altına aldılar.

Gençliğimde beni de gözaltına almışlardı. 12 Eylül’den on gün sonraydı. Benim arayabileceğim ne bir avukatım ne de bugünkü gibi yakınlarımın başvurabilecekleri sivil toplum örgütleri vardı. Annem o yaşlı gövdesiyle polis otosunun peşinden koşturdu. Anneme de ağza alınmayacak küfürler ettiler zaten. Bundan ötürü müdür nedir, bir genç gözaltına alındı mı yerimde duramıyorum. İki elim kanda olsa yetişiyorum.

Yetiştim. Gözaltındaki bir öğretmen arkadaşımın üniversiteye hazırlanan gencecik oğluydu. Bir odaya aldılar bizi. Görüştük.

Bir odaya almışlardı bizi demiştim ya. Basbayağı bir odaydı işte sehpalar, koltuklar, bir büro masası, çiçekler ve de sıkı durun duvarda bir fotoğraf vardı. Fotoğrafta kapının eşiğinde duran bir kedi yavrusu korkuyla gözlerini açmış,ellerini teslim oldum der gibi havaya kaldırmıştı. Yavru kediye ise doğrultulmuş bir tabanca namlusu görüntüsü vardı. Öylece kalakaldım. O fotoğrafı çeken, o duvara çerçeveletip asan, minik bir kedi yavrusunun gözlerindeki korkudan haz alan zihniyet insanlara neler yapmazdı ki?

Ne yazık ki güvenlik görevlilerinin muhaliflere bakışı yavru kediye bakışlarına benziyor. Toplumsal olaylarda,gösterilerde gösteriye katılanlara yönelik bakışları, öfkeleri, acımasız şiddetleri… yavru kediye bakışlarına benziyor. Göstericiler de ne kadar savunmasızlar, onların gözlerindeki korku da yavru kedinin gözlerindeki korkuya benziyor.

Ama biz yine de “ kar yağıyor bahar dallarına” gibi şiirlerin yazılmadığı bir dünya için hep birlikte bahar şarkıları söyleyeceğiz, sevgilimize gül dalı vereceğiz,sevgilimizin kulağına aşk sözleri fısıldayacağız, sevgilimizin burnundan öpeceğiz.

DAL’ı gül dalına, bahar dalına döndüreceğiz.

Dal yalnızca çiçek açacak, yaprak açacak, meyve verecek.

Yağan kar yalnızca çocuklara şenlik olsun diye kardan adam ve kar topu olsun yağacak.

Unutmayın, bu sözümü yabana atmayın.

Biz yine de Nazım gibi:

“…

Diyelim ki dövüşe ölmeğe değer bir şeyler için,

Diyelim ki cephedeyiz,

Orada daha ilk hücumda, daha o gün

yüzü koyun kapaklanıp ölmek de mümkün

Acı bir hınçla bileceğiz bunu,

ama yine de çıldırasıya merak edeceğiz

belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu…

Diyelim ki hapisteyiz,

yaşımız da elliye yakın,

daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının

Yine de dışarıyla beraber yaşayacağız,

insanları, hayvanları,kavgası ve rüzgârıyla

Yanı duvarın arkasındaki dışarıyla…”

yaşayıp şiirler yazacağız, şiirler okuyacağız.

Antalya-2005

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here