Unutulması mümkün olmayanı, Alanya’nın Keşefli Köyü’nde Hüseyin Çavuş’tan duymuştum:

Çocukluğumuzda, köyümüzdeki Cemal Topuz Amca’dan ve ilk öğretmenlik yaptığım köyde  Başoğlan Amca’dan duyduklarımla kalsaydı, Dersim’e, ilişkin fazla bir şey bilmiyor olacaktım. Aslında bu gün de yeterli değil. Dört göz, dört kulak olup öğrenmeye çalışıyorum. Oysa ben, çağdaş düşünce ve yaşam tarzından; öğrenim düzeyinin yüksekliğinden dolayı  “Türkiye’nin yüz akı Tunceli; Sıvas’ın yüz akı Divriği ” demekle yetinirdim.

Unutulması mümkün olmayanı, Alanya’nın Keşefli Köyü’nde Hüseyin Çavuş’tan duymuştum:

1979 yılının son aylarıydı. Bir seçim ortamıydı. Keşefli Köyü’nde Sandık Kurulu Başkanı  olarak görevlendirilmiştim. Herkes oyunu kullanmış; sıra bana gelmişti. Ben de “Sandığın içine bir zarf bırakarak seçim yapmak istemiyor; oy kullanmadan sizleri seçiyorum !” demiştim.

Oy kullanmanın çok seyrek olduğu saatlerde, herkes bir şeyler konuşuyor, anılarını anlatıyorlardı. Adalet Partisi’nden sandık kurulu üyesi olan, 60-65 yaşlarında, saçı-sakalı ağarmış Hüseyin Çavuş’un söylediklerini hiç unutamıyorum:

“Ben askerliğimi Dersim’de yaptım. Oradaki olayları bastırmak üzere görevlendirildik. 20-30 kadar kadın ve çocuğu teslim aldık.İçlerinde gebe olanlar da vardı. Kadınları ve çocukları arka arkaya dizdik. Ve ateş ettik. Amacımız bir kurşunla birden fazla insan öldürmekti.”

Kendimce devrimciydim. Bize ders kitaplarında öğretilenlerden başka şeyler de bilmeliydim. Ama bilmiyordum. Sanırım o nedenle Hüseyin Çavuş’a sorular sormadım. Aklıma da gelmedi. O gün bugünkü kadar etkilenmemiştim. Hüseyin Çavuş’un yüzünde de üzüntü ve pişmanlık ifadesi göremedim. O, görevini yapmış olmak ve doğru yapmış olmak duygusu içindeydi.

Dersim’de yaşananlar bize yıllarca isyan olarak gösterildi.

Son yıllarda yazılanları okuduk, tartışmaları izledik , tanıkları dinledik  ve öğrendik ki isyan- misyan olmamış. İsyan edebilmenin koşulları da yokmuş.Çünkü halkın aylar ve yıllar önce silahları alınmış. Silahsız isyan intihar sayılır. Keşke intihar  etselerdi.

Öyle olmamış. Celal Bayar’ın emriyle Abdurrahman Alpdoğan Paşa’nın komutasındaki askerler tarafından katledilmişler. Ormanlara kaçıp sığınan insanların bir  kısmı  askerler çekildikten sonra yeniden köylerine dönmüşler.Bir kısmı da sığındıkları, saklandıkları mağaralarda , o zamanın valisi, sonradan da Adalet Partisi’nden Bursa Senatörü olmuş ve Dış İşleri Bakanlığı yapmış olan  İhsan Sabri Çağlayangil’in de söylediği gibi, “mağaralarda,zehirli gazlarla, fareler gibi zehirlenerek ” öldürülmüşler.

Ve düşünüyorum:  Devlet halkını nasıl öldürür? Nasıl öldürür?

Neden öldürür?  İsyan etmiş bile olsa öldürülmesi mi gerekir?

Öldürülünce sorun çözülmüş mü olur?

Yaşadık ve gördük ki, öldürerek sorun çözülmüyor. İçinden çıkılmaz hale geliyor. Yalnızca o günün haklı kaybediliyor. Halk kaybedilince halkın çocukları da kaybediliyor. Artık size, yani devlete güvenmiyorlar. Sadece yaraların üstü kabuk bağlıyor. Alttan alta, içten içe yara işliyor. İYİLEŞMİYOR.

Çünkü, acıyı çeken bağışlamayınca yara iyileşmiyor. Bağışlayabilmek için de, suçun suçlu tarafından kabul edilmesi,suçlulara karşı yaptırım uygulanması; Maraş, Çorum, 1 Mayıs 1977, Gazi ve Sıvas  yeni acıların yaşanmaması gerekiyor.  Yaşanan her yeni acı hepimizden, insanlığımızdan bir şeyler götürüyor.

Peki, ne yapmalı? Bence ilk adım olarak özür dilenmeli.

Devletin halkından özür dilemesi  ne bir ödün vermektir; ne de küçüklüktür. Tam tersine bir erdemdir, bir büyüklüktür.

Hayat bunun örnekleriyle dolu:

1- Üç yüz yıl sonra kilise Galile’den özür diliyor.

2- Eski Batı Almanya Başbakanı Willy Brant,  Meçhul Asker Anıtı önünde diz çökerek, Nazi Almanyası’ndan dolayı özür diliyor.

3- Hollanda Hükümeti, 9 Aralık 1947’de kendi askerlerince öldürülen 400 kadar Endonezyalı köylü için özür diliyor.

4- Yine Almanya hükümeti, Scholingen’de katledilen 9 Türk için özür diliyor; olayın yaşandığı binayı müze yapıyor.

5- Hacılarımıza yapılan saldırıdan dolayı Beşar Esat hükümeti  Türkiye’den özür diliyor.

Bunların tam tersine:

1- Amerika kullandığı atom bombasından dolayı Japonya’dan özür dilemiyor.

2- Yine ABD, Vietnam ve Irak’tan özür dilemiyor.

3- Halepçe katliamı için de Saddam Kürtlerden özür dilemiyor.

4- Sudan Devlet Başkanı El Beşir de yüz binlercesini katlettiği insan için halkından özür dilemiyor.

5- Mavi Marmara’da 9 Türk’ün öldürülmesinden dolayı Türkiye’den; Gazze’den dolayı da Filistin’lilerden İsrail özür dilemiyor.

Yeniden kendi içimize dönecek olursak:

İktidar hırsıyla ve tek yönlü olarak; faturayı şimdiki ana muhalefete ve o zamanki iktidara, ömrünün son günlerini yaşamakta olan Mustafa Kemal’e kesmek için değil; içimizdeki yaraların sarılması için, bir daha aynı acıların yaşanmaması için ve içtenlikle özür dilemek gerekir.

Bir evlat olarak anasının acısına içtenlikle gözyaşı döken Başbakan, aynı duyarlılığı Hopa’da öldürülen Metin Lokumcu için göstermiyorsa,bu ülkede yaşanmış acıları dindirmenin ve yeni acılar yaşamamanın olanağı yoktur.

Askerliğini yapan, vergisini veren, oyunu kullanan, acıların ve yoksullukların yükünü en çok taşıyan bu ülkenin emekçileri olarak bunları istemek hakkımızdır. Bizlere, Türkiye halkına evlat acıları yaşatmamak;  çekilmiş acıları azaltmak da devletin görevidir.

Arşivler açılmadan, gerçekler halka açıklanmadan resmi tarihle ve tek yanlı bilgilerle, yaşananları topluma dayatmak ancak ırkçıların, gericilerin, egemenlerin, siyasi çıkar ve rant peşinde koşanların işine yarar.

Sözlerimi, şimdilik, adını anımsayamadığım bir tarihçinin güzel ve anlamlı bir sözüyle tamamlamak istiyorum:

“BİZ TARİHÇİLERLE MİLLİYETÇİLER ARASINDAKİ İLİŞKİ, AFYON YETİŞTİRİCİLERİYLE EROİN İÇİCİLERİ ARASINDAKİ İLİŞKİ GİBİDİR. BİZ ONLARA MALZEME SAĞLARIZ.”

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here