Çocukluğumuzda eylül, harmanların kalkmış olması, okulun açılması, kış hazırlıklarının yapılması demekti.

Çevremizi pekmez kokularının, salça kokularının, turşu kokularının alması demekti. Hele, ömrümüzden birer birer kayıp düşen günler gibi sararıp düşen kavak yaprakları daha başka şeyleri çağrıştırırdı. O sarı yapraklar kimimiz için hüznü, kimimiz için ayrılığı ifade ederdi. Şiirlere, romanlara konu olurdu. Hayat o yıllarda, o haliyle bir başka güzeldi. Severdik, sevilirdik. Güvenirdik, güvenilirdik. Adına gelişme, kalkınma dedikleri makine düzeni ve makinenin kullanılma biçimi insanların arasını açtı.

Eylül artık 34 yıldır baskı, acı, işkence anlamına geliyor. Nasıl gelmesin? İşte, başta İstanbul, Ankara ve İzmir olmak üzere, Antalya’nın da kendi payına düşeni aldığı 12 eylül 1980’le başlayan tablo:

Salonlara sığmadığı için 65o bin stadyumlarda gözaltına alındı.
1 milyon 683 bin kişi fişlendi.
23 bin 677 dernek ve sendika kapatıldı.
937 film sansür edildi.
400 gazeteci 3 bin 315 yıl cezayla yargılandı.
210 bin dava açıldı.
230 bin kişi yargılandı.
7 bin kişi için idam istendi.
157 kişiye idam cezası verildi.
18’i solcu; 8’i sağcı, kalanı adli suçlu olmak üzere 50 kişi idam edildi. (Bunlardan biri de, 17 yaşında olduğu halde bir gecede 2 yaş büyütülerek asılan Erdal Eren’di. Erdal Eren’in daha sonraki yıllarda o suçu işlemediği saptandı.)
171’i işkenceden olmak üzere 299 kişi cezaevlerinde öldü.(On binlercesi sakat kaldı. Yaşayanların bir kısmı cezasını tamamlayıp çıktıktan sonra çok yaşamadı.)
30 bin kişi işten çıkarıldı. Bunun 3854’ü öğretmen; 120’si üniversite öğretim üyesiydi.
14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı.
30 bin insan siyasi mülteci olarak yabancı ülkelere sığındı.
39 ton gazete ve dergi imha edildi.
Haklarında hiçbir mahkûmiyet kararı olmadan 153 teğmen, 216 üsteğmen, 176 astsubay, 26 yüzbaşı, 2 yarbay, 447 askeri öğrenci ordudan çıkarıldı.

Dini ve milliyetiyle övünen darbecilerin ve uzantılarının insanlara, -özellikle kadınlara- uyguladıkları işkenceler hiçbir vicdanla açıklanabilecek gibi değildi:
Tuzlu hamur yedirip susuz bırakmak.
Karın içine gömüp saatlerce bekletmek.
Filistin askısı veya kasap askısı denilen askıda saatlerce bekletmek.
Arkadaşlarının, eşlerinin veya çocuklarının işkence çığlıklarını dinletmek.
Arkadaşları birbirine dövdürmek.
Falakada sopadan patlatılmış ayakları karlar üzerinde ve ıslak zeminlerde yürütmek.
Üzerinde sigara söndürmek.
Fosseptik çukurlarında bekletilmek.
Copla veya elle tecavüze yeltenmek.

Tabi bunlar işin bir yüzü. Diğer yüzünde de bunlara direnen, arkadaşlarını ve inandığı davayı savunan insanlar var. Bu gün o insanlar yaşadıklarını bazen gülerek; bazen de kaybettikleri arkadaşlarının acısıyla hüzünlenerek anlatıyorlar. Kitaplara, filmlere konu oldu yaşananlar.

Ama 12 eylül halen yaşıyor, yaşatılıyor. O kara günlerin mimarları halen gerçek anlamıyla yargılanmış değil.

Ülkenin büyük çoğunluğunu oluşturan bizler onların gözünde ne idik acaba? Sadece vatan haini miydik? Vatan ne demekti? “Misak-i mili” dedikleri sınırlarla çevrili toprak parçası mıydı? Bu toprak parçası içinde onların payı ne kadardı? Bizim payımız ne kadardı? Onlar gerçekten bu toprakları mı savunuyorlardı? Bizim, canımız pahasına savunduğumuz da aynı toprak parçası mıydı? Yoksa, insan hayatı ve insan onuru muydu? Onlar bu işkence etme haklarını neden kendilerinde görüyorlardı? Biz bu ideallerle -onların yerinde olsaydık- aynı şeyleri onlara uygular mıydık?
Dünya tarihi onları, çürüyüp gitmek üzere olan bir et parçası gibi anlatıyordu. Oysa devrimler tarihi, işkencecisini bağışlayanların örnekleriyle doluydu.
Demek ki, sınıflardan ve sınıf savaşlarından ibaret olan bu dünya düzeninde, bunlar- eşyanın doğası gereği- yaşanması kaçınılmaz olan şeylerdi. Çünkü, gözü doymaz bir anlayışla bütün hayatlarını hep kazanmak üzerine kurmuş olan bu egemenlerde ve onların uzantıları olan uşaklarında insani şeylerin olması olası değildi. Bunlarda vicdan, sağduyu(aklıselim) yoktu. Kullanılmayan şey zaten yok sayılırdı. Dumura uğramıştı. Elbette kullanılmayan bir organ gibi vicdan da zamanla işlevini yitirir, yok olurdu. Elbette olmayan şeyi de kullanamazlardı.

Halen, siyasi, ekonomik, kültürel olarak devam etmekte olan 12 eylül zihniyetine karşı; yaşadığımız ölümler karşısında “fıtrat, şehadet, güzel ölüm” diyenlere karşı, muhalif olanlara düşen görev de insan hayatını, onuru, barışı, kardeşliği savunmak. Yeniden yaşamak zorunda kalmamak için yaşadıklarımızı unutmamak. Armudun sapı, üzümün çöpü demeden birleşik bir muhalefet cephesi oluşturmak. İş cinayetlerine, karayollarında yaşanan trafik cinayetlerine karşı hayatı savunmaya devam etmek. Hayatın meşruiyetini yasaların üstünde tutmak. Kısa zamanda gemi filoları, vakıf zincirleri, milyarlarca dolar kazananlara karşı, çocuklarımıza bir hayat vermekle kalmayıp uğrunda yaşanacak insani değerleri vermeye devam etmek.

Çünkü Gezi Direnişi ve Gezi ruhu bunu öğretti bize!

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here