“Kadın ne bir azınlıktır, ne de ayrı bir kategori. Kadın, insan olmanın diğer adıdır.”
                                                                                             (Anna Maria İdrac)

Bugün bürosunu açalı bir ay kadar olmuştu Hülya Kara. Antalya Defterdarlığı’nın yüz akı insanlardan biri olan bu arkadaş, emekli olup sınavları kazanarak mali müşavir olmuş, kendi işini kurmuştu. Ben de  “Hayırlı olsun!” demek için uğradım.  Aslı Yemen’li olduğu söylenen Türk kahvesinin yerini alan “nes kafe”mizi içerken bir konuk geldi. Tanışırken, “müşteri” olduğu söylendi. Ben de “mükellef” dedim.  “Hayır!” dedi muhasebeci arkadaş; “ Sözcük yanlış kullanılıyor. Doğrusu “müşteri”dir. Vergi dairesi açısından “mükellef”tir.
Üzerinde fazla düşünmeye, çekip sündürmeye gerek yok. Tanımlama yerinde.
“Baş”la, “örtü”yle, “başörtü”yle ne ilgisi var diyeceksiniz.  Şöyle bir ilgisi var:  Sözcük olarak “Başörtü” de yanlış söylenmekte ve yanlış yazılmakta.  Doğrusu, “baş örtüsü” olmalıdır. Çünkü isim tamlamasıdır, ikinci sözcüğün sonuna, ismin –i hali olan (s)ü gelmelidir.  Örneğin, “ayakkabı bağ” demeyip, “ayakkabı bağı” dediğimiz gibi. Örnekler çoğaltılabilir. Ben yanlış düşünüyorsam da düzeltmeye açığım.
Gelelim asıl konuya:
Köyümüzde, yani köylerde kadınlar, başlarını bir bez parçasıyla örterlerdi. Buna bizim köyümüzde “yazma” denirdi. Alanya’nın köylerinde “cember” denir.  Gelenekseldi. Öyle gelmişti. Yaşanan hayatın  getirdiği bir sonuçtu. Yani ekin, harman, toz toprak derken korunmanın bir nedeniydi. Kadının saçının uzatılması nedeniyle sık sık yıkanması kolay değildi. Kısacası, bir köy klasiğiydi. Din ile ilgisi de olabilirdi ama halk onu gidip dine dayandırmazdı.
Ama kentlerde kadınların –özellikle İstanbul’da- başı açıktı. Oradaki yaşam koşulları da örtünmeyi zorlamıyordu. Yani, bu da kent kültürüydü. Burada da, dinsel boyutu öne çıkarılmazdı. Her iki ünite de, yani köyde de; kentte de hayat olağan bir şekilde yaşanır giderdi. Başın açık olmasına da; örtük olmasına da sorun olarak bakılmazdı.
Özellikle, son yıllarda, sorun, bir özgürlük sorunu olarak konuşulmaya başlandı. Örtünmenin ölçüsü neydi?  Yalnızca gözleri görünecek şekilde kara çarşaf giymek miydi? Afgan kadınlarının giydiği gibi burka mıydı? Tepeden tırnağa giyinip tesettüre girmek miydi?  Başında örtü, ayağında sıkı bir pantolonla –özellikle genç kızlar için söylüyorum- palyaçoya döndürülmek miydi?  Örtünmek gerçekten özgürlük müydü? Başını örtmek istediği halde, yürürlükteki yasalar nedeniyle örtemeyenler kendilerini tutsak mı hissediyorlardı? Başı açık olanlar özgür müydü? Özgür olmak veya olamamak bu kadar kolay mıydı? Örtülmesi gereken saç mı olmalıydı? Saç kadının en günahkar olan parçası mıydı? Günah bu denli basit bir kavram mıydı? Birgün gazetesi yazarı Sabri Kuşkonmaz’ın söylediği gibi, yoksa bütün bunlar “ bir bez parçasıyla toplumsal çürüme ve yozlaşmayı örtme” çabaları mıydı? On bir yıldır devleti yöneten ve dönüştüren zihniyet kendi hayat tarzını topluma dayatmaya mı çalışıyordu? Kamusal alanda başı açık mı olmalıydı? Kamusal alan ne demekti? (1) Bu örtünme, erkeğe karşı kendini korumak için miydi? Değilse, tümüyle kadınların olduğu bir ortamda da örtünmek gerekir miydi?
İşin dini boyutuna girmek istemem. Orasını “ulemalar” yeterince karıştırdılar. Ancak, bu bir inanç sorunuysa, özel ve öznel bir konudur; özel yaşam alanlarının dışına taşınmamalıdır. Taşınması, giderek ve zaman içinde, farklı düşünen ve farklı inanan kesimlerin üzerinde baskı unsuru olmaya doğru gider diye düşünürüm.  Hem yaşananlar bunu doğrular niteliktedir; hem de giderek yukarıdan başlayıp piramidin tabanına doğru da yayılan nefret söylemi bunu beslemekte ve güçlendirmektedir. Yok, eğer “yıllarca başını örtenlere baskı uygulandı; şimdi diğerlerine uygulanmalı” diyorsanız bu “kısas’a kısas” olur ki sorunu çözmez. Toplumu böler ve birbirine düşürür. Kaldı ki, kapalı kadınların ve inanan insanların “ötekileştirildiği”; bunun karşıtı düşüncenin devlet politikası haline getirilmesinin nedeni olacak kadar yaşanmış ciddi olaylar yok bile. Tam tersine, örneğin oruç tutmayan insanlara şiddet uygulanmakta, hatta öldürülmektedir. (2)
Bir yandan da düşünüyorum: En başta, dokunulmazlık zırhını kullanarak ve Hac dönüşü başlarını örterek meclise girmeye meşruiyet kazandırmaya çalışanlar; bunları kayıtsız-koşulsuz destekleyenler, 18 ayda 18 095 kadına koruma kararı alınırken(3); her gün ortalama beş kadın öldürülürken buna karşı neden bu kadar kahramanlık yapmadılar?
İşsizlik bu kadar artarken; son 3 yılda 18 yaşın altında 134 629 kız çocuğu evlendirilirken (4)  bunun özgürlük olduğunu mu düşünüyorlardı?
Türkiye, Küresel Cinsiyet Uçurumu açısından,135 ülke arasında, 124. Sıradayken(5) ne hissediyorlardı?
“Kadın ve erkek eşit değildir “ diyen başbakana karşı ne hissediyorlardı? Eşitsizliği kabul mu ediyorlardı?  Kabul etmiyorlarsa ne düşünüyorlardı? Eşit olmak ne demekti? Bilerek ve isteyerek, anatomik olarak farklı olmak çarpıtılarak eşit olmamak biçiminde mi söylenmekteydi?  Kadınlar neden “diğer” olarak tanımlanmaktaydı? (6)
Bir kadın karakolda, bir gurup polis tarafından dövülürken; bir başka kadın Kağıthane Karakolu’nda, eski eşi olan polis ve arkadaşı tarafından tecavüze uğrarken; hapishanelerde ziyaretçi kadınlar çırılçıplak aranırken(7) vicdanen rahat ediyorlar mıydı?
Sonuç olarak bilmeliyiz ki, “ din veya dinler, başkalarından nefret etmemizi sağlamakta; ama insanların birbirini sevmesini sağlamaya yetmemektedir.”(8) En azından bu alandaki çözüm gerçek anlamda laikliğin uygulanmasındadır.  Benim de kendimce, oldukça doğru, eksiksiz, uygulanabilir ve olumlu sonuçlar alınabilir bulduğum laiklik, Bilim ve Teknik Dergisi’nin bir sayısında şöyle tanımlanmaktadır:
“Laiklik, din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılmasıysa; gerçek ve nesnel olanla, salt inanca bağlı olanın birbirine karıştırılmaması gerekir. Bu, kul ile Tanrı arasına girmemek anlamındaysa; bize dış dünyayı tanıtan bilim ve eğitime dinin sokulmaması anlamına gelecektir. Çağdaş ve bilimsel eğitime dinin sokulması, bilimin yol göstericiliğinden ve çağdaş uygarlıktan uzaklaşmaktır.”
NOT: 1- Son günlerin konusu olan, “kızlı-erkekli aynı evlerde kalmayı,”  “Siz kızınızın erkeklerle aynı evde kalmasını ister misiniz?” sorusunu sormayı, “kendisi kör olan birinin, eşit koşullarda dövüşmek için gözleri gören birini kendi karanlığına çekmeye” benzetiyorum. 2- Bu soruya, ana-babaların, bence vereceği bir yanıt var. “Size ne!” 3-Yeterince yurt yapın ki biz ana-babalar da bu maddi yükün altında ezilmeyelim.
………………………………………………………………………………………………………………………………………
(1) “Kamusal alan, egemen güçlerin çarpıştığı bir savaş alanıdır. Bunun sonucunda ortaya çıkan uzlaşmada da en zayıf sesler hiç duyulmaz hale gelir ve bastırılır.” Chantall Mouffe
(2) 2000’li yıllara doğru, Van 100. Yıl Üniversitesi’nde bir öğrenci, oruç tutmadığı için bıçaklanarak öldürülmüştü.
(3) Birgün 19.10.2013 s:3
(4) Birgün 14.10.2013 s:20
(5) Birgün 16.11.2013 s:5
(6) Simone de Bauovir, “İkinci Cins” adlı kitabında, kadınların diğer olarak tanımlanmasının, gördüğü baskıdan kaynaklandığını söylemektedir.
(7)Birgün o8.11.2013 s:2 Gözde Bedeloğlu’nun yazısı
(8) Jonathan Swith
                                                                                                                                
 

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here