
“Beni ağlama ki, sen de gülesin.” Şükrü Erbaş Nenelerimizin sık sık söylediği “Güzelin düşmanı çok olur” sözünü anlamakta zorlanırdım. Öyle ya “Güzel” olanı herkes sever, “Güzel” sözcüğü ne kadar göreceli olursa olsun, Karac’oğlan’ın dediği gibi “Güzel olmayanı gönül sever mi?” Güzelin kime ne zararı olabilir? Görenin gözü, gönlü açılmaz mı? Öyleyse neden güzele bunca düşmanlık?
“Barış” ise güzellerin en güzeli. Barış güzelliği kimseyi ayırmaz, herkesi kapsar, sarıp sarmalar. Kuşu kurdu, börtü böceği, canlıyı cansızı tüm varlığı kucaklar. Öyleyse herkes sevmeli barışı. Ama kazın ayağı öyle değil işte. Kandan beslenip semirilenler var. Savaştan heybesi, torbası dolanlar var. Barış herkes ile paylaşır, ama savaş, ne varsa güçlünün kucağına doldurur. O nedenle olmalı barışa kör bakışlar.
Antalya’da kadınlar, “Barışa bir imza da sen koy” başlıklı bildiri dağıttılar. 27 Ağustos günü, ben de oradaydım. Güllük’ten başlayarak, Cumhuriyet Meydanı’na dek kalabalık bir kadın grubu olarak bildirileri dağıttık. Çoğunluk diyebileceğim kişiler almak istemedi, içinde ne olduğuna bile bakmadı. Israrcı olup da “Bu barış bildirisi” dediysek, gönülsüz de olsa aldılar. Elbette “ben de savaş istemiyorum” diyenler de vardı. Ama beni şaşırtan, üzen insanlar ise şöyle diyordu. “Savaş yok, terör var.” Ülkede ne olup bittiğinin farkında değillerdi. Onlar beni yaraladı. “Hiç bir şey yapmamak da, insanı suç ortağı yapar” sözünde olduğu gibi, farkında olmamak, ilgilenmemek de suç ortağı yapmalı. Bu ülke hepimizin, çocuklar, gençler hepimizin, gelecek de öyle. Öyleyse gözümüzü de, kulağımızı da iyi açmalı, özellikle aklımızı kiraya vermeden, kendimiz kullanmalıyız.
“Barış barış barış” diye haykırmalı, sağır sultana duyurmalı. Öyle bir duyurmalı ki, bu sesten rahatsız olmalı. Bunu tek tek başaramayacağımıza göre “Barış” diyene kulak vermeli, soracağın, kuşkun varsa sormalı, geç olmadan anlamalı.
“Memo ile Mehmet birbirini neden vursun? Neyi paylaşamasın? Bu gençlerin dikine gömülecek toprağı yokken ne uğruna ölüyorlar?” diye oturup düşünmeli. Tarihin tozlu sayfalarını karıştıracak olursak, savaşları hiç bir zaman halklar çıkarmamıştır. İktidarlar çıkarmış, onlar tepinirken, ayaklarının altında halklar ezilmiştir. Yoksul çocuklar ölmüş, ölüm emri verenler, “Kahraman” olmuştur. Belki bir gün bize “Kahraman” diye okuttukları kişileri halk yargılayıp bu yalanların hesabını soracaktır. Umarım bu sorgulama çok gecikmez.
Yine oturup düşünmeli ve “Neden zenginimiz bedel verir, askerimiz fakirdendir” demeli. “Neden savaş emrini kolayca veren, şehit nutukları atanın oğlu- kızı şehit olmuyor?” demeli. Şehit cenazeleri hep yoksul, elektriği, suyu aylardır kesik evlerin önünde, villaların önünde neden tek bir şehit tabutu yok?” diye hemen sormalı. Başkasına soramıyorsan, kendine sormalı.
En önemlisi de Kürt analar “Ver elini polis, asker anası” diye çığlık atarken, onu da duymalı ve elini tutmalı. Mehmet’e ağlarken, Memo’ya da ağlamalı. Ancak o zaman “Barış” bizi duyar. Sağır sultan bizi duyarken, kaygıyı da duyar. Ancak o zaman ağlamaktan vazgeçip gülme umudu duyarız. Ülkenin tam ortasından bölünüp yarısının sürekli acı çığlıklar attığını duymazsak, biz nasıl güleriz? Şükrü Erbaş diyor ya “Beni ağlatma ki, sen de gülesin.” İşte öyle.