
“Dünyadaki bütün topraklar hepimizindir. Bütün şarkılar dünyadaki tüm insanlarındır. Tüm topraklar da memleketimizdir””
diyor Kazım Koyuncu.
“Yurtseverlik, tedavi edilmesi gereken bir hastalıktır” der Einstein.
Hemen yanlış anlamayalım, onun demek istediği yurtseverlik, elbette ırkçılıktır. Bugünlerde gündemde olan ve her gün tırmanan, kardeşine saldıran, ölümüne sevinen ırkçılık.
Ülkemize biraz huzur gelecek olsa, birileri “Barış, kardeşlik” dese, hemen ırkçılık hortlar, biz birbirimize kıyarız. Biz kıydıkça onlar mutlanır. Çünkü biz, birbirimizin elini hemen bırakırız. Oysa onlar bir avuç, biz karıncalar kadar çoğuz. Haklıyız, iyiyiz, güzeliz, güzelden yanayız. Şarkılarımız barış ve sevgiyi işler. Oysa onların istediği, bizim sürekli ağıt yakmamızdır. Torbalarını bizim ağıtlarımızdan doldururlar.
Onların ambarları taşarken, biz açlıkla savaşır, yokluğu paylaşırız. Zaten bizim yoksulluğumuz, zenginleri doyuramadığımız içindir. Onların hırsını doyurmak için çoğu kez boğaz tokluğuna çalışır, sigortasız, sendikasız yaşarız. Çünkü ellerimizin yalnız olması, onların işine gelir. Bizim korkumuz açlıktır, onların korkusu biz. Halay çekmemizden korkarlar, tek tek zeybek oynamamızı isterler. Çünkü halay, omuz omuza oynanır, kardeşliktir, birlik olmak demektir, güç demektir, yoldaşlık demektir. O nedenle nerede halay sesi duyarlarsa, oraya saldırırlar. Onların kabusu halkın el ele tutuşmasıdır. Okuması, yazmasıdır.
Bu kadar masum istekler karşısında kamu oyu oluşturup halkı birbirine kırdırmak zor gibi görünse de, oldukça kolaydır. Çünkü onlar yüzlerce yıldır bu oyunu oynayıp halkı inandırmıştır. Biz ne kadar haklı olursak olalım, ne kadar halkın refahı için mücadele ediyor olursak olalım, bizim birbirimizi ötelememizi programlayarak havayı bulandırırlar ve başarırlar. İşte bugün yaşadığımız örnekler de budur ve aslında oldukça basittir. Halk bize neden inanmaz da kendini yüz yıllardır sömürene inanır? Bu da oldukça basittir, kendimizi suçlamamıza hiç gerek yok, halk yapısı gereği güce inanır ve kendi yarattığı, kendi eliyle verdiği bu güce tapar. Biz “Suyun üstünde yürüsek de, ‘Onlar zaten yüzme bilmiyor’ derler”.
Ama böyle geldi diye böyle gitmemeli, artık maymun gözünü açmalı, çünkü yalanlar artık eskisi gibi ustaca değil, kıçı başı açık yalanlar, daha yola çıkmadan gerçek bas bas bağırıyor. Bu da bizim şansımız olsun. Artık ağıt yakmaya değil, türkü söylemeye başlayalım. Hem de BARIŞ TÜRKÜLERİ söyleyelim. “BARIŞ” diyenin elini sımsıkı tutalım. Çünkü Einstein’ın dediği gibi “Dünya kötülük yapanlar değil, seyirci kalıp hiç bir şey yapmayanlar yüzünden tehlikeli bir yer.”