Yer bilimi açısından dünya iki başlıydı. Yirmi yıl öncesine kadar sosyolojik ve ekonomik açıdan da iki başlıydı.

Bu iki başlı dünyada görece de olsa bir denge vardı. Sosyalist ülkeler, özellikle emperyalizm tarafından saldırıya uğrayan mazlum halklara – eksik ve bazı yanlışlarına karşın- destek oluyorlardı. İsrail’in saldırıları karşısında Filistin, örneğin o yıllarda daha güçlüydü. Reel sosyalizm yıkılalı dünya tek başlı oldu. Küresel sermaye gemi azıya aldı; son hızla sona doğru gidiyor. Neredeyse toprak; neredeyse gökyüzü tükenmek üzere. Ama barış severler, savaş karşıtları  her şeye karşın hayatı ve barışı her koşulda savunmayı sürdürüyorlar. Gerek sokaklara çıkıyorlar; gerek türkülerini söylüyorlar; gerekse de hemen her ortamda şiir yazıyor ve okuyorlar.

Dün Antalya’da da öylesi bir gün yaşandı: Bir yandan “ Ser Verip Sır Vermeyen Bir Yiğit” İbrahim Kaypakkaya için anma yapıldı.  Bir yandan Reyhanlı saldırısına karşı Halkevci 51 genç tarafından kefen giyilip yürünerek  ABD’nin , İsrail’in ve AKP’nin politikaları kınandı.  Bunlarla birlkte, ANSAN’da ( Antalya Şair ve Yazarlar Derneği)  12. Akdeniz Şiir Günleri düzenlenerek BARIŞ konuşuldu.

ANSAN’ın konuğu şair Refik Durbaş’tı. Refik Durbaş’ı BİRGÜN gazetesinden tanıyordum:

      “Bir yeni yıl daha

      Eylül geldi.

      Sevgime sevgin geldi.

      Bana sen geldin

      Güllerle süsledim günleri.

      Seni sevincim ve sevdamla

      Beni yalnızlığımla

      Süslediğim günler geldi.

      Günlere eylül geldi

     Yeni bir yıla daha 

     Ömrüme ömrün geldi.

      Sana ben geldim.”

      Ne zaman ki insan, doğa olaylarına karşı kendini korumaktan ve en sade haliyle yaşamını sürdürme mücadelesinden uzaklaşıp doğaya ve olaylara karşı mücadeleye ve müdahaleye başladı işte o zaman mülkiyet duygusu da gelişti. Mülkiyet duygusu, tutkusu ve mülk edinme olgusu, giderek tahakkümü, sınıfları ve savaşları yarattı.

Yani savaş sınıflı toplumla yaşıt bir olay. Her savaşta “büyük insanlık” kaybetmiş; kazananı ise hükmedenler ve egemenler olmuş. Yakın tarihe baktığımızda görürüz ki, savaşlar egemenler tarafından özellikle çıkarılmış. İşin doğası ve karakteri bunu doğurmuş. Süreç içerisinde, durum, “kriz- savaş- kriz” döngüsüne dönüşmüş.

“Her ulusta sayılı insanlardan oluşan topluluk (sınıf) üretim ve değişim araçlarını elinde tuttukça, öbür insanların yönetimini de elinde tutmuş; kendi yasalarını onlara zorla kabul ettirmiştir. Bu topluluk kitlelerin gösterdiği tepkilerden kendisini korumak için, ordulara dayanmıştır. Karşıtlıklardan yararlanmış; hak ve özgürlükleri kısmıştır. Bu durum sürdükçe de, toplumsal ve siyasal çatışmalar sürmüş;  bu çatışmalar oldukça da savaşlar olmuştur.”

Peki, ilk insana (ilkel toplum dönemine) dönemeyeceğimize göre ne yapmalı?

İnsanı ve insanlığı, bu aşamaya getiren sınıflı toplumu, başlangıç aşaması olarak, doğayla ve insanla barışık hale getirmek gerek.

Çünkü “dünya gezegeninin tek bir uzay gemisi, yazgımızın da ortak olduğunu görmediğimiz sürece onu daha fazla yürütmemiz mümkün değildir. O, ya herkesin malı olacaktır, ya da hiç kimsenin.”

 

 

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here