Kendilerince iddialıymışlar. Hiç belli etmediler, biz de bilemedik. Sakallının söylediği gibi “tarih yanılttı bizi!”.
Yanıldık. Kabul etmeliyiz. Oysa bu da bir süreçmiş. Olgunlaşmalıymış. Beklemek gerekiyormuş. Damla, kendisini tamamlamadan düşmüyormuş. Biz bu ana kadar kitaplardan öğrendiklerimizle yaşadıklarımızı örtüştürmeye çalıştık. Örtüşmediğini gördük. Demek ki “somut durumun somut tahlili”ni doğru yapamamışız. Egemenler de yapamamışlar. Sanmışlar ki sanal denizlerde sörf yapan bu çocuklar, hayata “müdahil olmayı” düşünmezler. Sanmışlar ki, teknoloji hep kendilerine ve kendi çıkarlarına hizmet eder. Kazın ayağı öyle değilmiş. Biz anladık. İnsanlar, dayatma bir hayatı kabul etmiyorlar. Hayatlarını kendi elleriyle ve iradeleriyle oluşturmak istiyorlar. Başka bir dünya; başka bir hayat fark edildi. Ama bunu kimilerinin anlamayacaklarını biliyorduk. Anlamadıklarını gördük de.
Çünkü gerçeği görmek için “bir yere bakmak” değil; “bir yerden, doğru yerden bakmak” gerekliymiş. Hep tepeden bakanlar, insanlarla göz göze gelemezler. Adamlar her şeye sermayenin çıkarları açısından bakıyorlar; toplumu da bu açıdan değiştirmeye çalışıyorlar. Toplum bu değişikliği kabul etmezse de baskı ve şiddete başvuruyorlar. Baskı ve şiddeti sürdürmek, pompalamak işte balonu patlattı; “cini şişeden çıkardı”; suyu kaynama noktasına getirdi. Türkiye eski Türkiye değil artık. Hayat da eski hayat değil. İnsanlar da artık eski insan değil. Neyi, ne zaman, nerede, nasıl, niçin ve kimlerle yapacaklarını biliyorlar.
Yirmi beş gündür İstanbul’da, Ankara’da. Antalya’da, İzmir’de, Eskişehir’de, Adana’da, Türkiye’nin her tarafında yaşananlar, hiçbir ülkede yaşananlara benzemiyor. Ne Tahrir’e, ne Yunanistan’a, ne İspanya’ya, ne de Walt Strett’e benziyor. Burada yaşananlar ülkemizin yüzünü güldürdü. Yüz akı oldular. Barışın, eşitliğin, özgürlüğün, bir arada yaşamanın sembolü oldular. Geçmişle bugün arasındaki farkı biliyorlar. O zamanın malzemeleriyle; o zamanın yöntemleriyle o binanın yapılamayacağını biliyorlar. Dünü unutmadan, yok saymadan; yeni yollarla, yeni yöntemlerle –özünü koruyarak- yeni binayı yapmaya çalışıyorlar. Pos bıyıkları yok onların. Yalnızca “Dev-Genç” marşını söylemiyorlar. “Çav Bella”yı; Onuncu Yıl Marşı’nı söylüyorlar. Mizah üretiyorlar. Gülümsüyorlar. “Entarisi ala benziyor/Biber gazı bala benziyor” diyorlar. Yani delikanlılığın, isyanın, zekanın, paylaşımın destanını yazıyorlar. Belki “devrimin destanını” da yazacaklar.
Yani “ Geçmişi temize çekiyorlar. “
Cami avlularında aç ve evsiz insanların uyuduklarını göremeyip caminin yüz metre ötesinde içki içmeyi; gece saat ondan sonra içki satmayı yasaklayanların nasıl bir ikiyüzlülük ve aymazlık içinde olduklarını gösteriyorlar. Televizyonlarda, sigara dumanını saklarken, her gün erkek şiddeti yüzünden hayatını kaybeden kadınların öldürülüş sahnelerini; karanfil tutanların, onlarca polis tarafından dövüldüğü sahneleri ; Antalya’da bir oto parkta 15 polisin birden, 2’si kadın 3 gencin üzerine coplarla- tekmelerle saldırmasını ; göz göre göre Ethem Sarısülük’ün polis Ahmet Şahbaz tarafından tek kurşunla öldürülmesini “meşru müdafa”ymış; “yasa”ymış gibi sunanların gerçek yüzlerini gösteriyorlar. Kazlı Çeşme’de miting yapanların mitingden sonra ortalığı pislik içinde bırakmaları karşısında, yirmi beş gündür gece- gündüz yaşadıkları yeri sabah kalkar kalkmaz temizleyerek Gezi Parkı’nı hayata yeniden sunmanın erdemini gösteriyorlar. Örgütlü olmadan, yalnızca birey olarak katıldıkları topluluktan nasıl bir ortak iradenin çıktığını gösteriyorlar.
İnanıyorum ki hiç bir şey eskisi gibi olmayacak. Şimdi, Ak Kuyu’ya nükleer santral yapılmak istenirken; H.E.S’ler yapılırken; öğrenciler, avukatlar gözaltına alınırken; ona karşı direniş ortaya koymak daha kolay olacak.
Halk direnişine karşı, yapay ve toplama mitingler düzenlemeye çalışanlar bilmelidir ki bu olanlar gönüllü hareketlerdir. Parayla, kandırmalarla oluşturulan hareketler değildir. Onları orada, gece-gündüz bir arada tutan etken kendi hayatlarına sahip çıkma isteğidir. Başkalarının hayatına karışmadan, kendi hayatlarına da karışılmaması gerçeğidir. Ve bilinmelidir ki, bu daha başlangıçtır. Bu başkaldırıda kin, öfke ve nefret yoktur. Öyle olsaydı hem karşıtlarına benzerlerdi; hem de bu kadar direnemezlerdi. Mizahla, dirençle, güler yüzle; talepler yerini buluncaya kadar da sürecektir. Biz biliyoruz ki yapaylık yaratıcılık içermez. Yaratıcılık bile baskı altında gelişir. Çünkü, rahatlık içinde düşünce ve yaratıcılık uykuya dalar. Sağ olun, baskı yaparak erken uyanmamızı sağladınız.
İsrail askerine kafa tutan kızı, Türkiye’ye geldiğinde ona ödül verenler biliniz ki bu da bir kafa tutma eylemidir. Dünya ülkeleri, -örneğin “Aşk bitti! Burası Türkiye!” diyen Brezilyalı direnişçiler- bu eylemle ülkemizi saygınlıkta en üst sıralara taşıdılar. Yoksa geliştiğimizi, büyüdüğümüzü söyleyip duranlara karşın; eğitim, şiddet, mutluluk vb. açılardan en alt sıralardaydık. Yine de öyle olabiliriz ama şimdi daha onurluyuz.
Diyeceğim şudur ki, bu “elbette bir ağaç sökmeye karşı olma eylemi” değildir. Öyle de olsa doğru bir eylemdir. Belediyenin aldığı yanlış bir karara karşı başlatılan eylemdir. Buna, belediyenin karışması gerekirken Ankara’daki hükümet neden karışmaktadır?
Diyeceğim şudur ki, topluma kendi kararlarını dayatanlar; 50-60 yıldır ekip biçtiği toprakları, tarlaları halkına fahiş fiyatla satmaya çalışırken, Ankara ve Yalova’daki Atatürk Orman Çiftliklerini halk düşmanı yabancılara satarken, hukuken ve kamu vicdanında meşru değildir. Hele bunu şiddetle, silahla yapmaya çalışanlar hem gayri-meşrudur; hem de güçsüzdür. Kendi meşru olmayan durumlarını da silahla korumaya çalışmaktadırlar. Suçluların telaşı içindedirler. Onun için hırçınlaşıyorlar. Lükse, halkın sırtından sefa sürme bağımlılığına kendini kaptırmış olanlar; parmak kaldırma demokrasisine kendini kaptırmış olanlar, elbette bundan kolay kolay vazgeçemezler.
Ya devran dönerse!.. Ya tüm bu kayıpların, yaşanan tüm bu acıların hesabını vermekle karşı karşıya kalırlarsa!.
Bu somut gerçeği görmeyenler, ya “BAKAR KÖR”dür; ya da “zihinsel kör.”