1994’te ehliyetimi aldığım halde, 1997’de emekli olup da yeni işimizi kuruncaya dek ” Bir otomobilim olsun!” diye düşünmemiştim.

Çünkü bana göre birey için de toplum için de çözüm, toplu taşımacılığı yaygınlaştırmaktı. 600.000 kişiye 1 hastanenin, 900 kişiye bir doktorun düştüğü; açlık sınırının 1.101 tl., yoksulluk sınırının 1.717 tl.olduğu; açlık sınırında 28 milyon, yoksulluk sınırında 20 milyon insanın yaşadığı ülkenin bu lüksü kaldıracak hali yoktu. Yeni işimin gereği, toplam-o günün parasıyla 1milyar 650 milyon lira olan emekli ikramiyemin 1milyar lirasını teminat çeki olarak verdik; kalanıyla da üçüncü el bir araba aldık. O bizim için çiftçinin – tarlasını sürdüğü, ekinini taşıdığı- öküzü gibiydi. 1998’de, 2004’te olmak üzere İki kez daha taşıt değişikliği yaparak 2014’e geldik. “Tüfek icat oldu mertlik bozuldu ” örneği, internet kullanımı yaygınlaştıkça, 17 yıldır yapmakta olduğumuz basılı yayın işinin alanı daraldı. Kazandıklarımızla borcumuzu bile ödeyemez olduk. Artık aracın giderleri bile bizi zorlamaya başladı. Sattık. Ve döndük başa.

Her adımda koşullarımı yorumlamaya, duygularımı değerlendirmeye çalışıyorum. Gördüm ki otomobil sahibi olmak bende hemen hemen hiç yer etmemiş. Olanağım olsa bile araba almayı –en azından şimdilik- düşünmüyorum. Tam tersine içinde bulunduğum durumun iyi yanlarını görmeye; belediye otobüslerinde Meltem Mahallesi ile Mazı Dağı arasında geçen yolculuğun tadını çıkarmaya çalışıyorum.

Öncelikle, ivedi etseniz bile bunun boş çaba olduğunu fark edip stresin birinden kurtulmuş oluyorsunuz. Hız sınırını aşmak, kırmızı ışıkta geçmek, dakikalarca dönüp dolaşıp arabanızı koyacağınız bir yer bulamamak, hatalı park etmek, kaza yapmak, trafik sigortası ve kasko yaptırmak, yılda iki kez M.T.V (motorlu taşıtlar vergisi) vermek; litresi 5 tl. olan dünyanın en pahalı yakıtını kullanmak gibi şeylerden de kurtulmuş olduğunuzu fark edince kendinizi epeyce rahatlamış hissediyorsunuz. Bütün bunları görünce, sistemin sizi ne hale soktuğunu da anlamış oluyorsunuz.

Çünkü, cennet kent Antalya’nın güzelliklerine dokunabiliyorsunuz:

Özellikle, akşam olup işten eve dönerken, içinde bulunduğunuz halk otobüsü, Barış Mahallesi’nden, Yavuz Selim’e, Esentepe’ye doğru tırmanırken solunuza doğru baktığınızda, kendinizi bir ışık denizinin üstünde duyumsuyorsunuz. Ama sabah işe giderken aynı duyguyu yaşayamıyorsunuz. Dokuma’dan, Özgürlük’ten, Ulus’tan başlayarak, Çallı’dan, Soğuksu’dan Meltem’e varıncaya dek yolun iki tarafına-hatta trafik lambasının dibine bile- bırakılmış arabaları görünce, kendi aracınızın içindeyken fark edemediğiniz bir ekonomik ve toplumsal bir açmazın içinde insanların hayat bulmaya çalıştığını görüyorsunuz. İçiniz acıyor. Bunalıyorsunuz. Sistemin, kendi istek ve iradenizle almaya kara vermiş gibi sandığınız bu “lastik ayaklı demirden karıncalar sürüsü”nün bu denli çoğalmasının hiç de öyle olmadığının ayırtına varıyorsunuz. Ruhsatta size ait göründüğü için kendinizin sandığınız bu karıncaların gerçekte bankaların olduğunu; her birinin üretilirken, doğadan bir şeylerin eksiltilerek ve çalınarak yapılabildiğini; kullanım sırasında neleri kirlettiğini; insana yaşayacak yer bırakmadığını, üzülerek izliyorsunuz.
Ama böyle düşünmek sizin rahatlamanıza yetmiyor.

Abarttığımı düşünüyorsunuz değil mi?

Size son 70 yılda, yeryüzünde yaratılan tahribatın, geçmiş 2.000 yıla denk düştüğünü;

Dünyada her 7 saniyede 1 adet Chevrolet’nin satıldığını;

Örneğin Antalya’da her gün ortalama 5 kaza yaşandığını;

Ekim 2012’ye göre Türkiye’de trafiğe kayıtlı 16 milyon 901 bin 785 araç olduğunu;

O günden sonra 86 bin 333 yeni aracın kayıt olduğunu; 92 bin 880 aracın da kaydının silindiğini;

2012’nin ilk 6 ayında 162 bin kaza yaşandığını;

Bin 463 kişinin öldüğünü;

116 binden fazla kişinin yaralandığını;

Bugünkü parayla 623 milyon lira maddi zarara uğrandığını;

Bunlarla, 10 derslikli 4.900 okul; 8i166 adet 200 kişilik öğrenci yurdu; 327 adet hastane; 4.500 km.lik duble yol yapılabileceğini söylersem, yine de abartmış olduğumu düşünür müsünüz?

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here