Dünya var olduğundan beri Antalya dünyanın en güzel yeri. Attalos boşuna dememiş “Yeryüzü cenneti” diye.
Yalnızca deniziyle değil, bütün doğasıyla Antalya görülmemiş güzelliktedir. Bunu kimse inkar edemez. Tarihiyle, deniziyle bütün güzellikleriyle, bir yıl durmadan gezilse bitirilemez. Mutlaka bir kaç güzelliği görülmeden eksik kalır. Boşuna değil, Avrupalılar her yıl geliyor. Yine de gözleri kalarak dönüp gidiyorlar. Çünkü Avrupa’da Antalya kadar güzel bir yer yok. “Venedik” diyenler olabilir. Evet Venedik ilginç bir yer, yıllardır denizin içinde yaşıyor, ama yine de ne denizi Antalya kadar güzel ne de doğası, Sadece her gün dalgalarla boğuşan, ara sıra sakinleşen bulanık, kahverengi bir deniz. Oysa Antalya, mavinin her tonuyla her gün sevişen bir denize, yeşilin kırk tonunu sergileyen doğaya, gün batımında gökkuşağını yere indiren bir güzelliğe sahip. Güneş batarken batıya dönerseniz yüzünüzü, Hera ile Zeus’un sarılmış haline şaşırarak bakakalırsınız. Her gün dağ diyerek geçiştirdiğiniz görüntünün aslında tanrı Zeus olduğunu fark edince ürperirsiniz.
Dağlarına doğru yola çıkarsanız, dünyanın en zengin bitki örtüsü yolunuza serilir. Bin bir türlü çiçek, bazıları henüz keşfedilmemiş olarak sizi selamlar. Bin çeşidiyle, üstüne arı konmuş görüntüsü veren yabani orkideleri görünce, kendinizi gerçekten cennet bahçesinde sanırsınız. Antalya tarif edilmesi mümkün olmayan bir güzelliktir.
Bir kentte deniz varsa, o kentin sakinleri o denizden yeterince yararlanmalıdır. Oysa Antalya’nın denizinden bütün dünya yararlanırken, Antalyalı sadece uzaktan bakar. Ne denizde yeterince yüzer, ne de balığını yer. Yani gerçek anlamda Antalyalı denizden yararlanmaz. O nedenle Antalyalı için, Antalya’da deniz yoktur. Çok azı denizin farkındadır. Oysa Akdeniz’in kıyıcığında doğmuş, kumsalında koşmuş, suyunda taş sektirmiştir. ne zaman büyüdüyse, denizden vazgeçmiştir. Özellikle de kadınları. Oldukça denizden ve güneşten saklanırlar. Balık desen onlar için hiç önemli olmamıştır. Belki kokulu bir yemek olmasından, belki de kılçığından. Oysa Antalyalı olmak, balıkla beslenmek, balık gibi yüzmek, güneşinde boyanmak olmalıdır. Çünkü denize uzaktan bakan, güneşten saklanan, balıkla tanışmayan biri, isterse yüz yıl yaşasın, tam anlamıyla Antalyalı olamaz.
Denizin farkında olmayan, o güzelliği korumasını da bilmez. Denizin kendisi buna tanıktır. Zaten kumsallarımız her gün baştan başa çoğu kırılıp atılmış bira şişeleri, pet şişeler, yiyecek artıkları, izmaritler v. b. ile dopdolu çöp dağları. Duyarlı deniz severler, her sabah yüzmeye başlamadan poşetler dolusu çöp topluyor. Turistler “Türkiye kocaman bir kül tablası” diye boşuna demiyorlar. Akşama dek denizin kıyısında keyfedenler, çöplerini ya kıyıya bırakıp gidiyorlar, ya da denize fırlatıyorlar. Deniz, o çöpleri sabaha dek kıyıya fırlatıp atarak, kendi öz bakımını kendisi yapıyor. Bundan ders almayan insanlar, bu güzelliğe kıyıp kirletmeyi sürdürüyor. Bu kirliliğe tanıklık eden deyimlerimiz bile vardır. “Denize karpuz kabuğu düşmeden yüzme” diye. Demek ki karpuz yendikten sonra kabuğu denize doğru fora.
Oysa Akdeniz’in kıyısında yaşamak bir ayrıcalıktır. Kısa bir zaman aralığında Antalya’dan geçen yazar çizerlerin eserlerinin baş konusudur Akdeniz. Yazdıklarında mutlaka ana tema olarak yerini alır. Bir kaç gün denizinde yüzdüyse, kumsalında gezdiyse, doğasını gördüyse, yaşam boyu Akdeniz’e öykünecektir. Şairin şiirinde, yazarın öyküsünde, romanında, makalesinde “Akdeniz” büyük başlık olarak kalacaktır. Bir de bu yazıp çizenler, Akdeniz’in kıyıcığında yaşıyorsa, her gün bu güzellikten sarhoş daha çok üretecek, daha çok yaratacaktır. Akdeniz, böylesine büyülü, böylesine üretene, yaratana sırdaş ve yoldaştır. Sırdaştır, çünkü yüzlerce yıldır görüp tanık olduklarını asla açık etmemiştir. Kadın Yar’ından atılan gencecik kadınları bağrına basmış, aşkından denize atlayana mavi göğsünü germiştir. İnsanoğlu ne denli hainlik etse de o, hep cömertçe vermiştir. O nedenle alnı ak mı ak, yüreği pak mı pak bir denizdir, Akdeniz.