“Yaşamımız, önem verdiğimiz olaylara karşı sessiz kaldığımız gün son bulmaya başlamıştır.”

(Martin Luther King)

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun başlattığı ortalama 25 ile 28 gün arasında sürecek olan Ankara’dan İstanbul’a doğru devam eden 438 kilometrelik ADALET YÜRÜYÜŞÜ, 16 Nisan 2017 halk oylamasında YSK’nın topluma yaşattığı ve dayattığı hukuksuzluğun hemen arkasından da yapılabilirdi. Çünkü bugün Enis Berberoğlu’na yapılan adaletsizlik o gün tüm topluma yöneltilmiş bir gözdağıydı.

“Milletvekili dokunulmazlığı” diye bir kavram ya hiç olmamalıydı, ya da hangi partinin milletvekili olursa olsun dokunulmazlığının kaldırılmasına karşı olunmalıydı. Çünkü dokunulmazlıkların kaldırılması düşüncesi, milletvekili dokunulmazlığını değil, muhalefetin vekillerinin dokunulmazlığını hedef alıyordu. İktidar partisinin parmak sayısı buna yetiyordu. Oyun başından bozulmalıydı. AKP’nin amacı, işe “sarı öküz”den başlamak, adım adım ilerleyerek tüm sürüyü yok etmekti. O nedenle de örneğin altı milyon oy almış bir partiden HDP’den işe başlandı. Dokunulmazlıkların kaldırılması TBMM’inde görüşülürken Kılıçdaroğlu’nun “Anayasaya aykırı ama biz ‘Evet’ diyeceğiz” demesi sarı öküz peşinde olan iktidarın işini kolaylaştırdı. Mümkün olan en kısa zamanda sıranın CHP’ye geleceği belliydi. AKP, sayısal üstünlüğünü her fırsatta kendi istediklerini Meclisten geçirmek için kullanıyordu. Torba yasa uygulaması, OHAL ve KHK’lar da bunu yeterince kolaylaştırıyordu. Örneğin Ramazan Bayramının yaklaştığı şu günlerde milletvekillerine iki maaş tutarında ikramiye verilmesini –muhalefete karşın- AKP’nin vekilleri meclisten geçiriyordu. Yani muhalefetin TBMM’de parmak sayısına dayanarak adaletsizliği, hukuksuzluğu engellemesinin olanağı kalmamıştı.

Büyük veya küçük her yürüyüş küçük bir adımla başlar. Yola çıkmak isteyenler elbette adım atmalıdır. Zincirleri fark etmek için de, yol almak için de buna gereksinim vardır. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Mao’nun uzun yürüyüşü, Gandhi’nin Tuz Yürüyüşü bunun ilk akla gelenleridir. 1968’de Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının Anıt-Kabir’de son bulmak üzere Samsun’dan başlattığı “Emperyalizme Karşı Tam Bağımsızlık” yürüyüşü önemli bir yürüyüştür. Süleyman Demirel hükümeti döneminde iş kolu düzeyinde söz sahibi olmak için yüzde on barajı getirilmesine karşı henüz üç yaşında olan DİSK’in öncülüğünde başlatılan 15 / 16 Haziran 1970 işçi direnişleri o dönemin en sıcak örneğidir. 4 Ocak 1991’de Özal iktidardayken özelleştirmelere ve gericiliğe karşı Genel Maden İş Sendikası Genel Başkanı Şemsi Denizer’in öne çıkarak başlattığı Zonguldak Maden İşçileri yürüyüşü ülkemizde yaşanan bir diğer toplumsal direniş örneğidir.

Günümüzdeyse hak arama mücadelesi veren Nuriye Gülmen, Semih Özakça ve Veli Saçılık’a hukuksuzluklar yapılırken, yaptıkları haberden dolayı Ahmet Şık gibi gazeteciler cezaevine konurken, hiçbir yasa dışı eylemle ilgileri olmadan akademisyenler mağdur edilirken; FETÖ soruşturması nedeniyle gözaltına alınan birilerinin, birilerinin damadı olduğu için kaşla göz arasında tahliye edilmesi büyük hukuksuzluktu. CHP milletvekili Enis Berberoğlu’nun yirmi beş yıla mahkûm edilerek apar topar cezaevine yollanması bardağı taşırdı. Gelinen nokta bu adalet yürüyüşünü tek, doğru ve barışçıl seçenek olarak zorunlu kıldı. Demek ki damla kendini tamamlamadan düşmüyor.

Uzun yürüyüşler haklı ve meşru olduğuna inananların işidir. Böyle bir eylemi, bu uğurda bedel ödemeyi göze alabilenler ancak başarabilirler. Bugün dördüncü gününü tamamlamakta olan Kemal Kılıçdaroğlu’nun başlattığı adalet yürüyüşü meşru ve insani bir eylemdir. Desteklenmeli, katkı verilmelidir. Ülkede yaşanan hukuksuzluklar parti sorunu olmaktan çıkmıştır. Bir araya gelindiğinde nelerin başarılabileceğini Gezi Direnişi bize göstermiştir. Zaman armudun sapı, üzümün çöpü demeden yeniden bir araya gelmenin, meşru mücadeleyi genişletmenin zamanıdır. Adalet, demokrasi, özgürlük ve laiklik mücadelesinde ancak böyle yol alınabilir.
Çünkü adalet, tıpkı demokrasi gibi yalnızca mücadele edenlere, bedel ödeyenlere değil; gün gelecek ona karşı olanlara da gerekecektir. Kısa bir süre önce bir davanın avukatı, savcısı, yargıcı olanların şimdi ya cezaevinde veya kaçak durumda olması açısından son on yıllık Türkiye tarihi bunun örnekleriyle doludur. Ana muhalefet partisinin genel başkanı bu uzun yolu bir ay gibi bir zamanda gece gündüz yürümeyi göze alıyorken, iktidar partisinin genel başkanı olan cumhurbaşkanı bu yürüyüş için savcılara takip için sinyal veriyorsa burada artık adalet diye bir kavramdan söz edilemez. Ne yazık ki ülkemizde adalet artık kilise çanıyla açıklanacak durumdadır.
Suyun akıp yolunu bulduğunu yaşayıp göreceğiz.

(*) Çok eski yıllarda İngiltere’de uygulanmakta olan bir gelenek varmış. Halk çan sesi sayısına dikkat ederek ölen kişinin toplumdaki yerini anlarmış: Çan bir kere çaldığında sıradan bir vatandaş ölmüş demekmiş. Asil biri öldüğünde iki, kralın yakını öldüğünde üç, kral öldüğünde dört kez çalınırmış. Yalnız o gün hiç olmayan bir şey olmuş, beş kez çan sesi duyulmuş. Halk büyük bir şaşkınlık ve heyecanla papaza koşup sormuş:
-Papaz efendi! O kraldan daha büyük ve önemli olan kişi kimdir ki çan beş çalındı?
Aldıkları yanıt karşısında ne diyeceklerini bilememişler:
-Beyler, mahkeme bugün haklı bir vatandaşı cezalandırdı. Onun için beş kez çalındı. Yani adalet öldü. Unutmayın, adalet kraldan önemlidir.

 

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here